Feminist Yaklaşımlar'ın on sekizinci sayısını yayıma hazırladığımız şu günlerde, Türkiye'de 60'ın üzerinde cezaevindeki pek çok tutuklu ve hükümlünün açlık grevi bugün itibariyle 60. gününe girdi. Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin kaldırılması, anadilde savunma ve eğitim hakkı talepleriyle 12 Eylül'de başlatılan greve 600’ün üstünde kişinin katıldığı bildiriliyor ve eyleme katılanların sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor. Ne yazık ki, geçmişteki pek çok benzer örnekte olduğu gibi, hükümetin ve medyanın eylemi görmezden gelme tavrı büyük bir çabayla sürdü, kritik eşik diye belirtilen tarihler aşılana kadar sözkonusu eylemler haber niteliği görmedi. Sonrası ise şimdilik yine bilinen bir senaryonun tekrarı niteliğinde, hükümet yetkilileri eylemi bir “şov” olarak nitelemeyi tercih ediyor; Başbakan “herkes her şeyi yiyor” diyerek kin ve nefret kusuyor, “bizi bunlarla tehdit edemezsiniz” ifadesiyle çözümden, insan hayatından yana umut vermiyor. Açlık grevindeki ve ölüm orucundakilerin sesine ses katmak isteyen siyasetçi, akademisyen, sanatçı, öğrenci, sivil toplum aktivisti, gazeteci ve daha nicelerinin cezaevi dışındaki destek yürüyüşleri, eylem, etkinlik ve kampanyalarının da aynı umursamazlık ve hiddetle karşılık bulması bizleri şaşırtmıyor.
Feminist Yaklaşımlar’ın on yedinci sayısıyla tüm okurlarımıza “Merhaba” diyoruz.
“Merhaba” yazıları derginin içeriğini anlattığımız yazılar olmanın ötesinde dergimizi hazırladığımız bağlamı ve bu bağlama dair değerlendirmelerimizi okuyucularımızla paylaştığımız yazılar oldu hep. “Tarihe bunlar da not düşülsün” dediklerimizi yazdık. Hızla değişen Türkiye ve dünya gündemine dair, içindekiler sütununa sığdıramadıklarımızı Merhaba’nın cümlelerine sıkıştırdık. Ama bu ülkede gündem öylesine hızla değişiyor ki kendisi hakkında yazılan, çizilen, konuşulan her şeyi eşzamanlı olarak eskitiyor. Tıpkı bu yazı gibi… Sizlerin de gayet iyi bildiği üzere yayımlandığında, bir yanıyla, çoktan eskimiş olacak.
Beşinci yılını geride bıraktığımız Feminist Yaklaşımlar’ın on altıncı sayısında, tüm olumsuzluklara rağmen ilk sayımızdan itibaren olduğu gibi, yine umut dolu bir “Merhaba” diyor ve tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyoruz.
Savaş koşullarının yeniden hayatımızı belirlediği bir dönemdeyiz. Yaklaşık bir sene önce, Habur’dan gelen barış elçileriyle birlikte, barış umudumuz, öncesinde hiç olmadığı kadar güçlenmişti. Bugün ise barışın üzerine bombalar yağıyor. Ölümlerin sayısı artıyor ve artık sadece savaş “meydanında” ölenlerin değil, ölen “siviller”in de sayısı artıyor. Savaşın en kirli yüzü, siviller öldüğünde açığa çıkar. Belki de, savaşın bedeli gündelik hayattan uzaktaki savaş alanlarında, işi savaşmak olan insanlar tarafından ödendiğinde savaş kanıksanabiliyor. Oysa 30 yıldır süren savaş, birçok insan için uzakta süren bir meydan savaşı olmadı. Yakılan köyler ve faili meçhuller bunun en somut örnekleri. Yani 30 yıldır siviller zaten ölüyor.
Karma muhalif örgütlerde yaşanan cinsel taciz vakaları özelde olayların ele alınış biçimi, genelde ise cinsel tacize karşı kurumsal yaklaşım ve politikaların niteliği açısından önemli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. 2007’de Sosyalist Demokrasi Partisi’nde (SDP), 2008’de Sinema Emekçileri Sendikası'nda (Sine-Sen), 2010’da Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nda (KESK) kadın üyelerin ve/veya çalışanların şikâyetleri art arda yeni vakaları gündeme getirdi ve cinsel taciz konusunun yakıcılığını bir kez daha hissettirdi.
Bu kurumların üyesi kadınların ve bağımsız feminist örgütlerin birlikte ve/veya ayrı eylemleri, söz konusu yapıları bir an önce kurum içi hukuki süreci işletmeye ve cinsel tacize karşı kurumsal politikalar geliştirmeye zorlama amacı taşısa da alınan sonuçlar çoğunlukla tatmin edici olmadı. Çoğu vakada cinsel taciz iddiaları kurum içi siyasi ayrışmalara alet edilerek araştırma, değerlendirme ve karar süreçleri bulanıklaştırıldı.
2011 Genel Seçimleri’nin hemen ardından özgürlük, barış ve demokrasiden yana umutla güne başlayanlar, Türkiye’de demokrasinin oldukça meşakkatli bir yolda yolculuk etmekte olduğunu bir kez daha deneyimlediler. Barış, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adaylarından milletvekili seçilen beş kişinin KCK soruşturması gerekçesiyle tutukluluklarının devam ettirilmesi ve Diyarbakır’da 80 bin oyla halk tarafından temsiliyet sorumluluğu verilen Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi bizlere adeta demokrasi umutlarını başka bir bahara ertelememizi salık veriyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken oldukça yoğun geçen Türkiye ve dünya gündemiyle Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar’ın 13. sayısında sizlere “Merhaba” diyoruz. 2011 yılının ilk ayları önce Tunus’ta ardından, Mısır, Ürdün, Yemen ve Libya’da onbinlerce insanın sokaklara döküldüğü protesto eylemleriyle başladı. Otoriter rejimlerin baskısı altında yaşayan halkların özgürlük çığlıkları diktatörlükleri yıkıp geçmek için atıyor. Günlerce devam eden isyanlar, hiçbir sorumluluk duymadan vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini yok sayan yönetimlere, halkları işsizlik ve yoksullukla sarmalayan neoliberal politikalara karşı halkların verdiği yanıttır. Eylemlerde kadınların aktif bir biçimde yer aldığı görülüyor. Birçok kadın daha fazla özgürlük talebiyle eylemlerde ön saflarda yer alıyor; din-ordu-kapitalizm kıskacına alınmış özgürlükleri için mücadele veriyor. Tunus ve Mısır’da diktatörlerin alaşağı edilmesinin ardından kurulacak yeni düzende kadınlar evlerine dönmek istemiyor ve ülke yönetiminde söz söylemek için mücadelelerine devam ediyor.
Türkiye referandum sonrasında, demokratikleşmenin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir döneme yeniden girdi. Referandumda “Evet” yanıtının çıkması toplumun yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu gösteriyor ve yeni bir anayasa yapmanın imkânını sağlıyor. Yapılan anayasal değişikliklerin askeri vesayetin gücünü azalttığı oranda demokratikleşmenin önünü açtığını söylemek mümkün. Referandumun hemen sonrasında yargı yapısındaki değişimler, demokratikleşme tartışmaları, Kürt sorununun çözümü, başörtüsü meselesi gibi kadınların yaşamlarını da derinden etkileyen konular yeniden gündeme geldi. Ancak, bu konuların tartışılış biçimine ve hukuki vakalara bakıldığında, gündelik hayatta ordunun ve militarizmin gücünün azaldığı ya da önümüzdeki süreçte azalacağına dair işaretler gördüğümüzü söylemek oldukça zor. Şüphesiz bu konular ve yeni anayasa önümüzdeki dönemin çok fazla konuşulan konuları arasında yer almaya devam edecek. Yeni anayasanın Türkiye’de tüm ezilen ve yok sayılan kesimlerin, ükenin yarısını oluşturan kadınların taleplerini kapsaması ve kültürel çoğulcu bir perspektifle oluşturulması için kadınlara, kadın örgütlerine ve toplumsal muhalefete hayati bir rol düşüyor.