Türkiye ve dünya her anlamda “olağanüstü bir hâl”den geçiyor. Ortadoğu'da Suriye merkezli savaş, Amerika ve Avrupa’da yükselen sağ popülist politikalar ve Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında iyice sertleşen baskı rejimi… Ülkemizde hukukun üstünlüğünün ve demokratik taleplerin hiçe sayıldığı bir dolu uygulama yaşanıyor. En acısı da Ortadoğu ve Türkiye coğrafyasında kötülüğün türlü hâllerine, paramparça edilen bedenlere tanıklık ediyor olmamız. Adana Aladağ’da adına yurt denen bir derme çatma yapıda kilitli yangın merdiveninin önünde can veren kız çocuklarını değil, o kapıları neden kilitli tutmaları gerektiğini açıklama gayretine düşenleri görüyoruz. Her gün yeni bir çocuk tecavüzüne, kadın ve trans cinayetine uyanıyoruz. Kadınların ve çocukların haklarının korunmasını değil, kız çocuklarını onlara tecavüze eden erkeklerle evlendirmeyi gündeme getiren siyasetçileri dinliyoruz. Medyanın teksesliliği içinde Siirt’in Şirvan ilçesindeki bakır madeninde göçük altında kalan işçileri değil, o işçilerle beraber toprak altında kalan iş makinelerini manşete taşıyan yayınları okuyoruz. Kapatılan televizyon, gazete ve dergilerin, tutuklanan siyasetçi, gazeteci, yazar ve edebiyatçıların ve de görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenlerin, eğitimcilerin sayısı her geçen gün daha da artıyor. Şiddetin her türünün gittikçe pervasızlaştığı, kurumların işlemez hâle geldiği böylesi zamanlarda hepimize düşen en büyük sorumluluk işimizi en iyi şekilde yapmak ve içeriği gittikçe boşaltılan barış, demokrasi, laiklik, özgürlük gibi değerleri her zamankinden daha fazla savunmak…
Sayı 30 – Ekim 2016
Türkiye 'olağanüstü' bir dönemden geçerken toplumdaki şiddet ve tahammülsüzlüğün dozu gittikçe artıyor. Kadınların gündelik hayatının halihazırda bir parçası olan şiddet her geçen gün pervasızlaşıyor. Metrobüste, parkta, sokak ortasında tanıdığımız ya da tanımadığımız erkeklerin şiddetine sıklıkla maruz kalıyoruz. Neredeyse her gün çocuklara yönelik cinsel şiddet haberleri alıyoruz. Bunlar karşısında güçlendirilmesi gereken kadın ve çocuk hakları alanında elde edilen kazanımların tehlike altında olduğuna tanıklık ediyoruz. Dergimizin bu sayısında, kadın hakları alanında uzun yıllardır çalışma yürüten feminist avukat Hülya Gülbahar'la Türkiye'de kadın hakları mücadelesi, son yıllardaki yasal düzenlemeler ve yeni Türkiye'nin yeni kadınlık durumları üzerine konuştuk.
Türkiye’deki kamusal tartışmalara birbiriyle çelişen iki farklı eğilim egemen oldu: Bir yanda Müslümanların ötekileştirilmesine ve mağduriyetine dair çatışmacı ifadeler, diğer yanda seküler alanlara yapılan saldırılar ve vatandaşlara yöneltilen tehditlere dair anlatılar vardı. Bu makalenin hedefi ‘seküler’ terimi ile ilişkili anlamlar öbeğini çözmek ve sekülarizmin siyasi kaderini analiz etmektir. Makale özellikle, hesap verme eksikliği, otoriterlik ve militarizme dair eleştirilerin neden ve nasıl sekülarizmin kendisine yönelik saldırılarla ilişkilendirildiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Sivil vatandaşlık nosyonlarının tarihsel yüzeyselliğinin, dinin seküler düzen tarafından araçsallaştırılması, İslamcı aktörlerin himayeci seçim politikalarının içine iyice yerleştirilmesi ve 1980’lerden bu yana devam eden neoliberal politikaları müteakiben İslami sermayenin güçlendirilmesi ile bütünleştiğini ileri sürmektedir. Makale, ‘seküler’ ve ‘İslami’ terimlerinin, kendi hegemonya ve iktidarlarını pekiştirme arayışlarında, çatışan siyasi aktörler tarafından seferber edilen boş gösterenlere ve mecazlara dönüştüğü sonucuna ulaşmaktadır.
Sekülarizm ve onun feminizmle ilişkisine dair yerleşik düşüncelerin sorgulanması ihtiyacı; “medeniyetler çatışması” tezinin artan hâkimiyeti, postmodern eleştirinin Aydınlanma akılcılığı eleştirisini din sorularını dahil edecek şekilde genişletmesi ve başlı başına “sekülerleşme tezi” eleştirisi gibi birçok gelişmeyle birlikte artmıştır. Kadınların eşitlik talepleri ile dinin talepleri arasındaki çatışmalar, tüm bölgelerde ve tüm büyük dinlere göre belgelenmiştir. İslam’ın Avrupa’daki varlığına dair süregiden ahlaki paniğin, Müslüman kadınların kıyafetlerinin denetlenmesiyle ilgili kaygılarla belirginleşmesi bize din, kültür ve devlet ilişkisinde kadınların ve toplumsal cinsiyete dayalı güç ilişkilerinin merkeziliğini hatırlatıyor. Seküler-dindar ikili karşıtlığının postmodern ve diğer eleştirilerine ek olarak günümüzde sosyolojik çalışmaların çoğu modernizasyonu sekülerleşme ile eşitlemeye karşı çıkıyor. Bu makale, bu gelişmelerin politik feminist düşünce ve pratiğe yönelik itirazlarına odaklanıyor. Baskıcı olmayan feminist tepkilerin, demokratik, çokkültürlü toplumlarda normatif bir ilke olan sekülarizmle yeni bir eleştirel bağlılık içine girmesi gerektiğini iddia ediyor. Okuru bu süreçle ilgili bilgilendirmek üzere yazar, feminist bilgi üretiminin, din sosyolojisinin ve siyaset kuramının farklı alanlarındaki tartışmalarının haritasını çıkarıyor ve bu tartışmalara gönderme yapıyor. Feminizm, din ve siyasetin kesişimindeki entelektüel alanı oluşturan temel felsefi gelenekleri ve fay hatlarını iki geniş grup altında topluyor: Aydınlanmacı din eleştirisinin feminist eleştirisi ve Aydınlanma geleneğinin eleştirel kıyılarındaki feminist bilgi üretimi. Yazar, bu alandaki feminist tartışmaların parçalanmış doğasına rağmen farklı politik yaklaşımların arasında ortak bir temelin oluştuğunu savunuyor: Hepsi de sekülarizmi, neo-seküler çağda özgürleştirci bir niyetle yeniden tanımlayabilmek için en geniş söylemsel çerçeve olarak “demokrasi”ye ve onu destekleyen değerlere vurgu yapıyor.
Röportajda feminist kuramcı Jennifer Nedelsky ile son kitabı “A Care Manifesto: (Part) Time For All” (Bir Bakım Manifestosu: Herkes için (Yarı) Zamanlı İş) üzerine konuştuk. Nedelsky kitabında istihdam üzerine yapılan çalışmalarla, bakım üzerine yapılan feminist çalışmaları bir araya getiren bir tartışma sunuyor ve bakım işi ile iş yaşamının düzenlenişinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunuyor. Bunu yaparken hem yarı zamanlı işe dair önyargıları kırmaya çalışıyor hem de bizi bakım işini bir yük olarak değil insanın kendisi ve diğer canlılar ile kurduğu ilişkileri şekillendiren yaratıcı bir faaliyet olarak yeniden düşünmeye çağırıyor.
Yazar bu makalede, translara yönelik baskının ve trans direnişinin hakim olan trans modelinde var olandan ayrılan bir tanımını savunuyor. Hem “yanlış bedende hapsolma” modelinin hem de trans modelinin neden sorunlu olduğunu gösterirken aynı zamanda bahsedilen bu ilk modelin nasıl direnişçi bir anlatı olarak görülebileceğini açıklıyor. Yeni tanım iki temel fikre sahip. Yazar öncelikle çoklu anlamlar modelini savunmak için María Lugones’in çalışmalarından yararlanıyor, geleneksel tanımın direnişçi anlatıları reddederek egemen anlamları kabul ettiğini iddia ediyor. İkinci olarak da, trans kişileri hilekâr olarak resmeden transfobik temsiller üzerine olan güncel literatürden yararlanarak gerçeklik yaptırımının egemen cinsiyetlendirme pratiklerinin önemli bir sonucu olduğunu ileri sürüyor. Geleneksel yanlış-beden anlatısının gerçeklik yaptırımına direnen bir anlatı olarak görülebileceğini söylüyor.