Türkiye, dergimizin bir önceki sayısının yayımlandığı haziran ayından sonra, şiddetin ve hak ihlallerinin dozunun giderek arttığı bir döneme girdi: İktidarın Dolmabahçe mutabakatının artık geçerli olmadığını ifade etmesiyle birlikte barış süreci de kendi deyimleriyle ‘buzdolabına’ kaldırıldı. Bu karar PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki ateşkesin bitmesinden ibaret değildi, şiddetin, olağanüstü hâllerin ve hukuksuzluğun gündeliği belirleyen bir hâle gelmesiydi aynı zamanda. Yasını tutmaya yetişemediğimiz ölüm haberleriyle baş başa kaldık bir anda. Kobane’yle dayanışmak isteyen gençler Suruç’ta patlayan bombayla katledildi. Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı Şırnak, Diyarbakır, Hakkari gibi pek çok il “özel güvenlik bölgesi” ilan edilirken, bölgedeki sivillerin yaşam hakları yok sayıldı. Ülke genelinde HDP binalarına ve çeşitli işletmelere, örgütlü güruhlar ırkçı saldırılarda bulundu, onlarca bina ve işyeri kolluk kuvvetlerinin ve tüm toplumun gözü önünde yakıldı, yağmalandı, ev baskınlarıyla özellikle Alevi mahallelerine gözdağı verildi. En son 24 yaşındaki Dilek Doğan da bu baskınlardan birinde polise “ayakkabılarınızı çıkarın” dediği için vuruldu. Hayatta kalanların/kalabilenlerin maruz kaldıkları hak ihlalleri bir yana, ölülerin hakları dahi ayaklar altına alındı. Militer erkeklik, öldürmenin ötesine geçip, katledilen bedenleri insanlık dışı güç gösterilerinin aracı hâline getirdi: Ekin Wan’ın teşhir edilen bedeni, buzdolabında gömülmeyi bekleyen Cemile Çağırga, zırhlı polis aracının arkasında sürüklenen Hacı Lokman Birlik…. Tüm bunlara karşı “İnadına Barış!” demek için Ankara’da sokağa dökülen insanlar ise Türkiye tarihinin en kanlı katliamlarından biriyle karşı karşıya kaldı. Bu katliamı kınamak ve ölenleri anmak için bir futbol maçında yapılmak istenilen saygı duruşunun ıslık ve tekbirle protesto edilmesi ise toplumsal kırılmanın, nefretin ve acılardaki ayrışmanın keskinliğini gözler önüne serdi.
Sayı 27 – Ekim 2015
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı kadınları arz, talep, dilek ve şikâyetlerini iletmek üzere Dahiliye Nezareti, Emniyet-i Umumiye, Harbiye Nezareti gibi çeşitli devlet kurumlarına hitaben arzuhaller yazarlar. Kadınların yazdıkları bu arzuhaller, farklı pozisyonlar ve kimlikler üzerinden dile getirilen sıkıntıları, kaygıları, istekleri ve şikâyetleri yansıtır. Ermeni kadınların yazdıkları arzuhaller aynı dönemde yazılan diğer Osmanlı kadınlarının yazdıkları arzuhallerden belirgin bir biçimde ayrışır: Ermeni kadınlar, arzuhaller aracılığıyla, tutuklanan, evlerinden uzaklaştırılan, sürülen aile fertlerinin peşine düşerler; onları bulmak ve eve dönmelerini sağlamak için devlet kurumlarına taleplerde bulunurlar. Arzuhaller, Ermeni kadınların, savaş ve soykırım koşullarında, çoğu erkek olan yakınlarını kurtarma çabalarının bürokratik düzeyde görünür hâli olarak tarif edilebilir. Bu makalede, Ermeni kadınların 1915-1918 yılları arasında çeşitli devlet kurumlarına hitaben yazdıkları arzuhaller vatandaşlık pratiği bağlamında incelenecek; kadınların kaygılarının, dertlerinin, kızgınlıklarının ve yakınlarını kurtarabilme umudunun bürokratik dile ve bir hak arama pratiğine nasıl çevrildiği ele alınmaya çalışılacaktır.
Hayatta Kalanların Hikayeleri, Hayatta Kalan Hikayeler: Kuşaklar Boyu Otobiyografi, Hafıza ve Travma
Farklı zamanlardan, farklı coğrafyalardan, farklı savaşlardan hayata tutunan hikâyeler… Bir kısmı yaşanmış, bir kısmı duyulmuş, bir kısmı kaydedilmiş ama hepsi gerçek. 1915 soykırımında yaşadığı yerden ailesiyle birlikte sürülüp Der Zor çöllerinden geçen Pergruhi'nin anlattıkları; Beyrut’ta büyümüş, çocuklukları boyunca o ölüm yürüyüşlerini yaşamış büyüklerinden şiddet ve acı hikâyeleri dinledikten sonra 1975'te başlayan Lübnan iç savaşına tanıklık eden Hermig ve Hourig'in hafızaları ve hatıraları… İç içe geçen ama kendi tınısını koruyan sesler, açık kalmış yaraları iyileştirmese de, nesilden nesile aktarılmış yükleri sırtından atmasa da acıyı ve ağırlığı hafifletme çabası olarak kağıda dökülür.
Bu makalede, İstanbullu Ermeni kadınların aile hikâyelerine ve kişisel hafızalarına dair anlatılarını ve ninnilerini duygulanımsal/tarihsel bilgi üretme ve aktarma kapasiteleri olan formlar olarak ele alıyorum. Ninniler üzerine yürüttüğüm saha çalışmamın farklı anlarında ninnilerin hüzünle ve geçmişteki kayıplarla ilişkilendirilmesinin izini sürmek adına muğlak bir hafızayı mümkün kılan bir tür olarak ninni ile doğrudan hafızayı aktaran anlatıları bir arada okuyorum. Bu bağlamsallaştırma içinde ninninin hem hayatta kalmayı ve sürekliliği, hem de hayatı ve hafızanın aktarımını imkansızlaştıran kopuşları bedeninde barındıran bir tür olarak durduğunu gösteriyorum.
Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi’nde ögrenci olan ve üniversiteden mezun Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nda çalışma yürüten kadınların Zabel Yesayan’ın hayat hikâyesi üzerine Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nde başlattıkları oyunlaştırma çalışmasını inceliyor. Zabel adlı oyun Zabel Yesayan’ın otobiyografik eseri Silahtar’ın Bahçeleri’ni merkeze alarak ve Sürgün Ruhum ve Yıkıntılar Arasında eserlerinden esinlenerek yazarın çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyor. Yazı, Zabel oyunnunun bir feminist tiyatro örneği olarak nasıl şekillendirildiğini ele alıyor.
Türkiye, saldırı ve bombalamalarla geçen 7 Haziran Genel Seçimleri'nin ardından ölümlerin giderek arttığı bir şiddet sarmalının içine girdi. Kürt meselesinin çözümüne yönelik görüşmelere son verilerek askeri müdahaleler yeniden devreye sokuldu. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde günlerce süren sokağa çıkma yasaklarında pek çok mahalle ağır silahlarla tahrip edildi ve can kayıpları yaşandı. Pek çok şehirde Kürtlere yönelik linç girişimleri başlatıldı. Suruç ve Ankara’da şehrin orta yerinde patlayan bombalar barış isteyen yüzü aşkın kişinin hayatına mal oldu. Barış İçin Kadın Girişimi’nden Nükhet Sirman ile iki seçim dönemi arasındaki şiddet atmosferini, Kürt meselesinde askeri yöntemlerin devreye sokulmasını ve toplumda yaygınlaşan şiddetin kadınlar üzerindeki etkisini değerlendirdik.
Seçimler ve sonrasındaki şiddet ortamı, askıya alınan çözüm süreci ve yeniden başlayan çatışma ve saldırılarla beraber Türkiye yeniden ağır hak ihlallerinin, faili meçhullerin, saldırı ve linç girişimlerinin gündemde olduğu yoğun bir döneme girmiş bulundu. İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Şebnem Korur Fincancı ile içinde bulunduğumuz dönemi, şiddetin toplumsal yansımaları ve yeniden barışı konuşabilmek adına ihtiyaç duyduğumuz muhalefet biçimleri üzerine konuştuk.
Sivas’ın merkezindeki “sokak yaşamı giderek erilleşmekte ve kadınlara kapanmaktadır. Sebeplere bakıldığında son yirmi yılda farklı aktörler tarafından devralınmış muhafazakâr kent yönetimlerinin etkisi belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Bu etkinin getirilerinden biri makale içinde “odalaşma” olarak tanımlanan, dışarıda hane benzeri yapıda kurulmuş mekânların özellikle kadınları sokaktan ayırmasıdır. Bu makale bu durumun somutlaştığı örneklerden biri olan kadınlara özel bir kültür merkezinde kent politikalarının kadınların yaşamına etkisini incelemektedir. Makalenin asıl vurgusu merkezin kursiyer kadınlar tarafından kullanımında ortaya çıkan karşı-mekân yaratma süreçleri ve/veya mekânı esnetme-dönüştürme süreçleri üzerinedir. Bahsedilen süreç kent yönetiminin hâkim görüntüsünü zayıflatan, günlük yaşama etkisi zayıf fakat hareketliliği süreklilik arz eden bir niteliktedir.