Barış sürecine dair belli tartışmaların yürütülmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Demokratikleşme yönünde çok ciddi adımların atıldığı bu dönemde, öncelikli olarak silahların susması ve onurlu bir barış talebinin dillendirilmesi gerekiyor.
Sayı 09 – Ekim 2009
Bu makalede, namus cinayetleri hakkında üretilen gelenek söylemi eleştirel bir analize tabi tutulmaktadır. Namus cinayetleri örneği üzerinden gelenek kategorisinin kalkınmacı devlet döneminde adı konmayarak, içi boş bir kategori olarak kullanılışından neoliberal dönüşümle birlikte üstüne bilgi üretmeye arzu duyulan kültürel nesne haline getirilişi incelenmektedir. Gelenek söyleminin içerdiği ataerkil ve sömürgeci öğeler ayrıştırılarak bu söylem üzerinden doğallaşan iktidar ilişkileri, bu ilişkilerdeki dönüşümlerle birlikte tartışılmaktadır. Gelenek söylemi üzerinden, değişik iktidar bağlamlarında kadınlar arasında kurulan ayrımlar ve bunun gerçekleşen ve potansiyel olarak kalan feminist örgütlenmelere etkisi makalenin ikinci ana temasını oluşturmaktadır.
Nancy Fraser kısa bir süre önce yayımlanan “Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu” adlı makalesinde bugün feminizmin neoliberalizm karşısında radikal kimliğini kaybettiğini iddia etmektedir. Buna göre ikinci dalga feminizmin devlet kapitalizmine yönelttiği ekonomizm, erkek merkezcilik, devletçilik, westfalyanizm gibi eleştiriler; sosyal güvencelerin zaten olmadığı, vatandaşların tüketiciye dönüştürüldüğü, esnek istihdam şartlarının zorla yaygınlaştırıldığı neoliberal sistem bağlamında sistemi meşrulaştıran argümanlara dönüşmüşlerdir. Bu yazıda feminizmin son yıllarda hangi noktalarda olduğu yeniden gözden geçirerek Nancy Fraser’ın çerçevesindeki analitik ve ampirik sorunlar işaret edilmeye çalışılacaktır. Analitik açıdan, Nancy Fraser’ın ikinci dalga feminizmi değerlendirirken bir iktidar eleştirisi olarak feminist politikanın kendi içindeki bütünlüklü perspektifini göz ardı ettiği, analitik ayrımlar olarak ortaya koyduğu siyasi, kültürel, ekonomik ayrımları gerçek ayrımlara dönüştürerek sınıf mücadelesini sisteme karşı muhalefetin başat – ve olmazsa olmaz – öğesi haline getirdiği savunulmaktadır. Ampirik açıdan ise, Nancy Fraser’ın küresel bir feminist hareket adına yaptığı değerlendirmenin farklı bağlamlardaki feminist hareketler arasındaki ayrımları tamamen göz ardı ettiği ifade edilmektedir.
Nancy Fraser "Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu" başlıklı makalesinde kendisinin de içinde bulunduğu kırk yıllık bir feminist aktivizm tarihine geri dönerek ikinci dalga feminist harekete, yarattığı ve yaratamadığı kültürel ve yapısal dönüşümler bağlamında eleştirel bir gözle bakmaya çalışıyor. İkinci dalga feminizmin, kapitalizmin yakın tarihi içerisinde geçirdiği evreleri ve kapitalizmle olan ilişkisini farklı tarihsel dönemler üzerinden tartışmaya açıyor. Fraser, feminist analizin ekonomik, kültürel ve politik boyutlarının süreç içerisinde hem birbirinden hem de kapitalizm eleştirisinden ayrılmış olduğunu belirtirken, feminizmin başardığı kültürel değişimlerin kendi eşitlikçi ve adil toplum idealiyle taban tabana zıt olan küresel neoliberal kapitalizme geçişi istemeden de olsa meşrulaştırmış olduğunu savunuyor. Fraser, yazısında ikinci dalga feminizmin kapitalizmle olan ilişkisini sorgularken evrildiği yeni biçimleri de göz önünde bulundurarak kapitalizme karşı nasıl bir feminist analiz ve aktivizme ihtiyacımız olabileceğine dair bir tartışma başlatmayı hedefliyor.
Bağdat Uluslararası Havaalanı’nın yanındaki aşırı kalabalık mülteci kampının taş yığını ve sefalet dolu yollarından geçtikten sonra, Filistin halk şarkıları geleneğinin yaşayan hazinesi Umm Muhammad ile olan görüşmeme yarım saat gecikmeli de olsa ulaştım.
Filistinli bir müzisyen ve aktivist olan Reem Kelani çok üreten, çok çalışan bir kadın… Derleme çalışmaları, atölyeleri, radyo programları, konserleri ve albümleri onun üretiminin somut örnekleri… Kendi topraklarından sürülen bir Filistinli ailenin çocuğu olarak Kuveyt’te doğan ve şimdi Londra’da yaşayan Reem’in hayatı Filistin kimliğinin tanınması, bir kadın şarkıcı olarak müzik sektöründe var olmak, bir diasporalı olarak Filistinlilerce kabul edilmek üzere yaptığı mücadelelerle geçiyor. Bu dosyada Reem Kelani’nin müzikal ve kültürel hafızasının, yaşadığı coğrafyanın çokkültürlülüğünden nasıl beslendiğini, kültürel kimlik konusundaki hassasiyetini ve diasporalı bir müzisyen olarak aktivizminin nasıl şekillendiğini okuyacaksınız.
Bu yazıda, son dönemde gündeme gelen “Kürt ve Ermeni Açılımı” tartışmaları değerlendiriliyor ve sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesi adına samimiyetle ele alınması çağrısı yapılıyor. Bu süreçte herkesin payına düşen vicdanının dilini duymak ve insan onurunun hayrına elini taşın altına koymak. Verilecek mücadele ise yürekten yüreğe, ruhtan ruha bir patikada ilerlemeyi gerektiriyor.
Bu yazıda, Türkiye’de Kürt sorununun çözümü ve barışın inşa edilme sürecinin toplumsal cinsiyete duyarlı hale getirilmesi gerektiği ve kadınların söz konusu sürecin aktif özneleri oldukları öne sürülmektedir. Milliyetçilik, militarizm ve bizzat savaşın kendisi cinsiyetlendirilmiş süreçlerdir. Dolayısıyla savaşa yol açan koşulların ortadan kaldırılması ve barışı inşasını mümkün kılacak süreçlerin hayata geçirilmesinin de toplumsal cinsiyete duyarlı olması gerekir. Milliyetçiliğin, militarizmin cinsiyetlendirilmiş süreçler olması sadece algı dünyalarıyla ya da kültürel süreçlerle sınırlı etkide bulunmaz; savaşın tahribatlarından kadınlarla erkeklerin farklı şekillerde etkilenmelerine de yol açar. Dolayısıyla savaşın etkilerinin cinsiyete göre de ayrıştırılması önem taşır. Öte yandan kadınların sürece özneler olarak katılmalarının tek gerekçesi savaşın tahribatının kadınlar açısından da saptanması ve bunları telafi edecek politika ve programların oluşturulması ile ilgili değildir. Barış, yeni ve farklı bir toplum tahayyülünü gerektiriyorsa, kadınların özneler olarak katılımı zorunludur. Kaldı ki kadınların devletle, milliyetçi kurgu ve projelerle, militarizmle ilişkilenme biçimleri erkeklerden farklıdır ve sürece farklı bir bakış açısı sunabilirler. Nitekim, ülkemizde de durum budur. Bugün kadınların barış sürecine eklemlenmeleri ulusal popüler düzlemde esas olarak annelik söylemi üzerinden yürütülüyor olsa da gerçekte 1990’lı yılların sonlarından bu yana yaklaşık on yıldır kadınlar yoğun bir şekilde bir araya gelmenin koşullarını yaratıyorlar. Bu buluşmalar önemli bir deneyimin birikmesine yol açtı.
Kadınların dilsizleştirilmeleri ve toplumsal değişim adına üzerlerinde uygulanan eğitim politikaları anadil sorununun aynı zamanda bir kadın sorunu olduğunu da gözler önüne seriyor. Değişmesi beklenen Kürtler mi, yoksa kamusal alanın vatandaşların ihtiyacına göre yeniden şekillenmesi mi gerekiyor? İstanbul Kürt Enstitüsü’nde Kürtçe eğitmenliği yapan ve aynı zamanda Bilgi Üniversitesi’nde seçmeli Kürtçe dil dersi veren Ronayi Önen ile Kürtçe dil eğitimi, anadilde eğitim, resmi dil politikasının kadınların yaşantısına etkileri ve toplumsal barışın inşasında ötekinin dilini öğrenmenin nasıl bir anlam ifade ettiği üzerine konuştuk. Ronayi, Kürtçe dil eğitimi vermenin okuma-yazma eğitimi vermekten öte, bir halkın kendi diliyle barışması gibi toplumsal bir gerçekliğe hizmet ettiğini kendi deneyimlerinden yola çıkarak aktarıyor ve ekliyor: Birbirimizi anlamamız için birbirimizin dilini konuşuyor olmamız gerekir.
Son dönemde kamuoyunda gündeme gelen demokratik açılım tartışmalarıyla birlikte anadilde eğitim hakkı üzerine de yeniden konuşulur oldu. Türkiye’nin çokdilli ve çokkimlikli yapısının tanınması ve dilin önündeki engellerin kaldırılması, demokratik ve barışçıl bir sürece katkı sunması açısından bu tartışmalar oldukça önemli. Dergimizin bu sayısında Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölüm Başkanı Füsun Üstel ile Türkiye’de anadilde eğitim tartışmaları, dünyada çokdilli eğitim konusunda geliştirilen yöntem ve politikalar ve Türkiye’deki farklı dillerin tanınmasının ve kullanımının önündeki engellerin kaldırılmasının toplumsal anlamda karşılığı üzerine konuştuk. Füsun Üstel, dil haklarının kültürel bellekle de ilgili bir hak olduğunu ve dil hakkına sahip çıkmanın kültürel belleğe, kültürel kimliğe sahip çıkmak anlamına geldiğini söylüyor ve Türkiye’de başta dil hakları olmak üzere kültürel hakların tanınması, “sorun”un normalleşmesini, “sorun” olmaktan çıkmasını sağlayacaktır diye belirtiyor.