Aylardır süren Covid-19 salgını ile birlikte hayatlarımız radikal bir şekilde değişirken, bu değişimin ismi “yeni normal” olarak konuldu. Fakat eski normalin eril şiddeti yeni normalde de artarak devam etti. Pınar Gültekin, Fatma Altınmakas, Hatice Tusu ve daha nice kadın erkekler tarafından yeni normalde de öldürüldü, tecavüzcü Musa Orhan serbest bırakıldı, Gülistan Doku hâlâ bulunamadı. Bütün bu süreçte, kadınları ulusal ve uluslararası hukukun gerekliliği olarak koruma sorumluluğu bulunan siyasal iktidar, bu sorumluluğu yerine getirmek yerine kadınları şiddete karşı korumayı amaçlayan uluslararası İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyi gündemine aldı. Geçtiğimiz yaz boyunca kadınlar sosyal medya üzerinden sokakta, meydanlarda, Meclis’te “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyerek hükümetin toplumsal cinsiyet karşıtı politikalarına itiraz ettiler. Biz de bu sayımız itibarıyla yılda iki kere çıkacak olan dergimizin güz sayısında sizlere “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” diyerek “Merhaba” diyoruz.
Sayı 41 – Sonbahar 2020
Bir süredir muhafazakâr ve dini grupların “toplumsal cinsiyet ideolojisi”ne karşı Avrupa’da ve dışında, ulusal ve uluslararası alanda, ciddi bir ittifak içinde hareket ettiğine tanıklık ediyoruz. “Toplumsal cinsiyet karşıtı” olarak adlandırılan bu hareketler özellikle kadın ve LGBTİ+ haklarını hedef alıyor; cinsellik ve üreme haklarına, toplumsal cinsiyet araştırmalarına ve devlet okullarındaki cinsellik eğitimlerine karşı kampanyalar yürütüyorlar. Yakın zamanda Macaristan ve Polonya’da, son olarak da Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yükselen itirazlar benzer argümanların farklı coğrafyalarda nasıl şekillendiğini gösteriyor. Akademisyen Alev Özkazanç ile yaptığımız bu söyleşimizde pek çok ülkede yükselişe geçen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketleri ve yakın dönemde Türkiye’de meydana gelen gelişmeleri ele alıyoruz.
Emerging Anti–gender Movements in Europe and Turkey: An Interview with Alev Özkazanç
For some time now, we have witnessed conservative and religious groups act in a serious alliance against what they call "gender ideology" in Europe and abroad, both nationally and internationally. These anti-gender groups specifically target women’s and LGBTI+ rights; they campaign against sexual and reproductive rights, gender studies and sexuality education in public schools. The growing objections to the Istanbul Convention in Hungary, Poland and most recently in Turkey demonstrate how similar arguments are shaped in different geographies. In this interview with Alev Özkazanç, we discuss the emergence of anti-gender arguments in Europe and the recent developments in Turkey.
2020 yılının Covid-19 pandemi koşullarında geçen yaz ayları, aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi'nin tartışılmaya açıldığı bir dönem oldu. İmzacı ülkelere, kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesine dair geniş yükümlülükler getiren bu uluslararası sözleşmeden Türkiye'nin çekilip çekilmeyeceği, nasıl çekilebileceği resmi yetkililer tarafından ele alındı. Türkiye'nin ilk imzacı ülke olmakla övündüğü İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme noktasına gelişini, bu gündem etrafında şekillenen tartışmaları, feminist ve LGBTİ+ hareketlerinin örgütlenme stratejilerini dergimizin yayın danışma kurulu üyesi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden emekli öğretim üyesi Nükhet Sirman, feminist aktivist Feride Eralp ve Pembe Hayat LGBTİ+ Dayanışma Derneği'nden Efruz Kaya ile birlikte değerlendirdik.
A Conversation on the Istanbul Convention
Although Covid-19 measures marked our everyday lives during the 2020 Summer, discussions on Turkey’s withdrawal from the Istanbul Convention marked the agendas of the feminist and LGBTİ+ movements in Turkey. Government representatives and some ruling party members dwelled on different options, including making reservations to and withdrawing from the Council of Europe Convention on preventing and combating violence against women and domestic violence, known as the Istanbul Convention. The Government of Turkey, up until very recently, used to be proud of being the first signatory to this Convention, which is a very critical international legal instrument that frames state obligations and responsibilities; however, as of 2020, Turkey is currently on the verge of complete withdrawal. With the participation of Nükhet Sirman, professor of anthropology at Bogazici University and a member of our advisory board, feminist activist Feride Eralp and Efruz Kaya, a member of Pembe Hayat LGBTİ+ Solidarity Association, we organized a round table discussion session on the publicly circulating discourses against Istanbul Convention and feminist and LGBTİ+ movements’ take on these discourses and their strategies in defense of the Convention.
Elżbieta Korolczuk ve Agnieszka Graff[2] Çeviren: Öykü Tümer Bu makale, 2010 yılından sonra dünyanın pek çok farklı coğrafyasında yükselen, cinsiyet eşitliği, LGBT hakları ve cinsellik eğitimi gibi meselelere karşı topyekûn…
Bu yazıda, farklı kuşaklardan üç yazarın, babalarının ölümünden sonra farklı edebi türlerde yazdıkları metinlerinden yola çıkarak babanın açtığı yaralar, baba ile hesaplaşma/uzlaşma ve yazarlık konumu tartışılıyor. Bu doğrultuda, Orhan Kemal’in Baba Evi romanı, Oğuz Atay’ın “Babama Mektup” öyküsü ve Orhan Pamuk’un başta İstanbul Hatıralar ve Şehir olmak üzere kurgu dışı metinleri ele alınıyor. Yeni kuşak yazarlar açısından “baba” yazar konumunda görülen bu üç yazarın otobiyografik nitelikteki metinleri üzerinden baba ile hesaplaşmanın ne ölçüde sağlandığı, bu hesaplaşmanın sonucunda varılan uzlaşının niteliği ve bu hesaplaşma/uzlaşma anlatılarının yazarların yazarlık anlayışı ile bağlantısı karşılaştırmalı biçimde inceleniyor.
Father Wound: Masculinity, Reconciliation and Authorship
This article discusses the wounds inflicted by the father, reckoning/reconciliation with the father and the authorship position based on texts written in different genres by authors from different generations after their fathers' death. In this respect, Orhan Kemal's novel Baba Evi [Father’s House], Oğuz Atay's story “Babama Mektup” [Letter to My Father] and Orhan Pamuk's non-fiction texts, especially Istanbul Memories and the City, are examined. Through comparative reading of autobiographical texts of these three authors, who are seen as the "fathers of literature” by the new generation of writers, the extent of the reckoning with the father, the nature of the reconciliation after this reckoning, and the connection of these reckoning/reconciliation narratives with the authors' understanding of authorship are analyzed.
Pandemi sürecinde virüsün yayılmasını önlemek amacıyla alınan önlemler ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte bu süreç genel olarak koronavirüse karşı yürütülen bir “savaş” olarak tanımlanıyor. Pandeminin gündelik hayatta yarattığı değişikliklerin cinsiyet ilişkileri üzerindeki etkisi çeşitli bağlamlarda gündeme geldi, analiz edildi. Bunun yanı sıra, militer söylemlerin cinsiyet ilişkilerine, cinsiyete dayalı iktidar ağlarına dönük etkisi de pandemi sürecinde yeniden tartışılmaya başlandı. Bu söyleşide militer süreçlerin feminist analizine odaklanan çalışmalarıyla alanın önde gelen isimlerinden feminist akademisyen Cynthia Enloe ile “savaş” söyleminin pandemi döneminde nasıl bir işlev gördüğünü ve bu söylemin günümüz cinsiyet politikalarına etkisini ele alıyoruz.
Covid-19, Gender and Militarism: An Interview with Cynthia Enloe
Although there were certain differences in terms of policies followed by various countries during the pandemic, this process is commonly defined as “war” against the coronavirus. The changes that are created by the pandemic on daily life and how these changes influence gender relations have been discussed and analyzed in various contexts. The influence of militarized discourses on gender relations and gender-based power relations also became one of the discussion topics. In this interview, we focus on how “war” discourse came to function in the pandemic and how it affects current gender politics with Cynthia Enloe, a prominent feminist scholar known for her studies on the feminist analysis of militarized processes.
Covid-19, dijital gözetim, takip ve izleme teknolojilerinin hayatımızdaki yerini değiştirmiş gibi görünüyor. Bir yandan, distopik ve despotik anlatılar güçlenirken, diğer yandan biyopolitika (yani beden, yaşam, hayatta kalma ve birlikte yaşamaya dair her şey) çeşitli etik ve teknik tartışmaları tetikliyor. Bu yazı, dijital gözetim uygulamalarındaki ve veri politikalarındaki değişiklikleri tartışıyor. Aynı zamanda, bu uygulamaların otoriterleşmeyle ve mevcut sosyal eşitsizliklerle bağlantısına değiniyor.
Digital Pandemic Surveillance, Body Politics and Inequalities
Covid-19 seems to have profoundly changed the role of digital surveillance, tracking and monitoring technologies. On the one hand, dystopian and despotian narratives are becoming stronger. On the other hand, biopolitics (i.e., everything about the body, life, survival and solidarity) triggers various ethical and technical controversies. This article discusses changes in digital surveillance practices and data politics. It also offers a commentary on different dimensions regarding authoritarian tendencies and existing social inequalities.
Egemen “iklim değişikliği” tahayyülüne göre, iklim, bizim, ayrıcalıklı Batı ülkelerindeki hava ve çevre ile ilgili deneyimlerimizden uzaktadır ve onlardan soyutlanmıştır. Dahası, iklim değişikliği söylemi ya geleceği kontrol etmeye dair neoliberal ilerleme anlatıları içine ya da geçmişi geri getirmeye dair sürdürülebilirlik anlatıları içine yedirilmiştir. İkisi de bizim iklimdeki payımızı görünmez kılar. Bu makale farklı bir iklim değişikliği tahayyülü önerir. Feminist yeni materyalist kuramlardan faydalanarak -özellikle Stacy Alaimo, Claire Colebrook ve Karen Barad’dan- iklim değişikliği ile ilişkimizi “iklimle(n)mek” (weathering) olarak tarif ediyoruz. Bedenlerimizi iklim arşivleri ve gelecek iklimlerin yapıcıları olarak yeniden tahayyül etmek için “yoğun zaman” –bugün, gelecek ve geçmişin geçişken bedensellik bağlamında birbirini içermesi- zamansal çerçevesini öneriyoruz. Bunu yaparak, iklim değişikliği ile ilgili zamansal anlatıları yeniden düşünebilir ve iklimsel fenomenlere karşı feminist bir duyarlılık etiği geliştirebiliriz. Bu proje, bize, iklimin efendileri olmadığımızı hatırlatır. İklim, yalnızca mekânsal olarak “içinde” olduğumuz bir şey de değildir. İklim-bedenler (weather-bodies) olarak, iklim bağlamındaki ilişkisel eylemlerin bir parçasıyız; iklim-zamanını yapanlarız. Hep birlikte dünyayı iklimliyoruz.
Yazar bu makalede, sezaryen ameliyatının Türkiye'de antinatalist (doğum ve doğurganlık karşıtı) bir prosedür olarak siyasallaşmasını araştırıyor. 2012 yılında, dönemin AKP hükümeti, sezaryen doğumların oranını düşürmek için bir dizi müdahaleye başladı ve bu durum planlanmış sezaryen doğumları engellemeye çalışan bir yasak girişimiyle sonuçlandı. Bu yasak girişimi, kadınlara birkaç seferden fazla sezaryen ameliyatı yaptırmaları tıbbi olarak tavsiye edilmediğinden, bu cerrahi prosedürün bir kadının doğurabileceği çocuk sayısını sınırlandırdığı ve böylece nüfus artış oranlarında eşzamanlı bir azalmaya sebep olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu makale, kadın doğum uzmanlarıyla yapılan derinlemesine görüşmelere dayanarak sezaryenin siyasallaşmasını inceliyor ve pronatalist (doğum ve doğurganlık yanlısı) söylem ve müdahalelerin tıbbi ortamlarda nasıl anlam kazandığının izini sürüyor. Sezaryene yönelik tartışmaların aynı zamanda Kürt kadınların doğurganlık pratiklerini damgalayan ayrımcı bir nüfus söylemini yansıttığını iddia ediyor.
“No More Than Two With Caesarian:” The C-Section at the Intersection of Pronatalism and Ethnicity in Turkey
In this article, the author investigates the politicization of the Caesarean-section (C-section) in Turkey as an anti-natalist procedure. In 2012, the Turkish government began to implement a series of interventions to lower the high rates of birth by C-section, which culminated in an attempted ban on elective C-section. Drawing on in-depth interviews with obstetricians and gynecologists, the author argues that this intervention was based on the logic that because women are not medically recommended to undergo several C-sections, this surgical procedure limits the number of children a woman can give birth to, causing a con-comitant decrease in population growth rates. This article traces how pronatalist discourses and interventions become meaningful in the medical setting by addressing the politicization of C-sections. It examines how the C-section reflects a particular population discourse marked by a language that stigmatizes the fertility of Kurdish women.