Feminist Yaklaşımlar’ı yayına hazırlamakta hiç bu kadar zorlandığımızı hatırlamıyoruz. Şubat ayında yayımladığımız son sayımızdan bu yana öylesine önemli gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor ki… Öncelikle, Türkiye’nin son otuz beş yılına damgasını vuran iç savaşa dair “silahların susması ve can kayıplarının sona ermesi” için müzakere süreci başladı ve yeni bir dönemin başlayacağına dair ciddi bir umut kapısı aralandı. Elbette ki on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği, nicelerinin yerlerinden edildiği bir iç savaş öyle kolay kolay sonlanamaz ve barış bir anda tesis edilemez. Hele de cezaevine konulan öğrenciler, gazeteciler, sendika çalışanları, avukatlar, kadın hareketi aktivistleri Kürt siyasetçiler, milletvekilleri, belediye başkanları ve daha pek çoklarının davaları henüz sonuçlanmamış ve yeni gözaltılar da yaşanıyorken. Fakat sıcak savaşa ara verilmesinin ve barış sürecinin gündeme gelmesinin başlı başına umut verici olduğu çok açık. Geçmişte defalarca denenen ve her defasında hüsranla sonuçlanan müzakerelerin bu sefer nasıl ilerleyeceği, hükümetin demokratikleşme yönünde ne tür adımlar atacağı ve belki de en önemlisi barışın toplumsallaştırılması sürecine Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan tüm insanlardan ne tür tepkiler veya katkılar geleceği tartışılmaları ise halen devam ediyor.
Sayı 20 – Haziran 2013
Şehir merkezinde soluk alınabilecek nadir parklardan birinin tahrifatına ve yıkılmasına karşı nöbet tutan çeşitli görüşlerden aktivistlerin sabahın erken saatlerinde gazlı, coplu bir polis müdahalesiyle güne uyanması ve çadırlarının yakılması kısa sürede geniş halk kitlelerinin, yönetici sınıfın girişimlerini ve projelerini kuvvet zoruyla benimsetme çabalarına karşı direnmelerine ve kendiliklerinden siyasal bir edilgenlikten etkinliğe adım atarak birtakım istekleri ve talepleri dile getirmeye başlamalarına yol verdi. Gezi Parkı direnişinin doğası ve yapısı, harekete katılanların siyasi görüşleri, motivasyonları, talepleri, toplumsal konumları, üretilen söylemlerin ideolojik boyutu ve daha genel olarak direnişin Türkiye toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı için arz ettiği önem hakkında çok şey konuşuldu, yazılıp çizildi. Kimilerine göre mevzubahis olan çevreci hassasiyetlerdi, kimilerine göre iktidar partisinin halkın geniş kesimlerinin yaşam biçimlerini düzenleme ve kontrol etme girişimlerine yöneltilen tepkiydi. Kimilerine göreyse daha geniş ölçekte yürürlüğe konulmaya çalışılan şehir planlamasından ekonomi siyasalarına kadar uzanan neoliberal devlet politikalarına geçit vermeyeceğiz diyen bir hareketti Gezi Parkı direnişi. Tüm bu savların birbirleriyle ayrıştırılamaz bir şekilde iç içe geçtiğini ve Gezi Parkı direnişi hakkındaki gerçekliğin farklı boyutlarını gözler önüne serdiğini düşünüyorum.
31 Mayıs 2013 Cuma günü sanırım bu ülkenin siyasal tarihinde ve o gece sokağa çıkan binlerce protestocunun kişisel tarihinde unutulmaz bir gündü. Ben ilk kez birbirinden bu kadar farklı bir kitle içinde dayanışma duygusunu bu kadar yoğun hissettim. Birbirinden bunca farklı ideolojileri ve politik motivasyonları olan insanların birtakım ortak yaralar ve dertler nedeniyle yan yana gelip mücadele ettiklerinde ne kadar güçlendiklerini, ne kadar büyüdüklerini ilk kez deneyimledim. İtiraf edeyim, o sabah biraz fazla umutsuz ve yılgındım. Bu ruh hâlini daha iyi anlatmak için bir hafta geriye gitmek istiyorum:
Gezi olayları etrafında bir izlenim yazısı yazmak için iki hafta kadar önce bilgisayarımın başına oturdum. Her şeyin en başında kafamın aslında ne kadar karışık olduğunu, yazının taslağına dair yaptığım ilk denemeden sonra fark ettim. Öyle ki, yazdıklarımın, başörtülüler adına bir temsiliyet anlamına gelebileceği fikri dahi beni oldukça korkuttu; çünkü eylemliliğin kazanımlarını izleyemediğiniz, karamsar bir yazı oluyordu. O yüzden başka başörtülülerle bir araya gelmek, bu konuda konuşmak, izlenimlerimizi tartışmak istedim. Buradaki görüşme de bu arayışın bir ürünü olarak görülebilir. Ancak Gezi olayları başladığı zamandan beri neredeyse her şeyde başımıza geldiği gibi, yapmaya çalıştığımız bu iş de yarıda kaldı. Taksim’de, Ankara’da polis kurşunuyla öldürülen Ethem Sarısülük’ün katilinin serbest bırakılması için yapılan eylemin ardından gelen polis müdahalesi yüzünden görüşmemizi bitirmek zorunda kaldık. Aşağıdaki görüşme, bu kesintiyi de içinde korumayı tercih ettiğim Hilal, Nihan, Zişan ve Esmanur’la yaptığım bir arkadaş muhabbeti aslında…
Gezi Parkı direnişi ile ilgili bir yazı yazmaya başlarken “Bu direniş benim için neden heyecan verici?” ve “Bitmeyen polis şiddetine, yorgunluğumuza, hükümetin yıldırma politikalarına rağmen heyecanımı nasıl koruyabiliyorum?” sorularına yanıt aramam gerektiğine karar verdim. Öncelikle bana göre bu hareket ''yeni'' bir hareket ve o yüzden heyecan verici. Bir de bu yeni hareket kendi yeni dilini de oluşturunca ortaya çıkan tablo çok şugar oluyor.
Son dönemde Türkiye’nin gündemini belirleyen konulardan biri otuz beş yıllık iç savaşın sona ermesi noktasında devlet nezdinde de adımların atılması ve müzakerelerinin başlamasıydı. Böylece, Kürt sorununun çözümünde yeni bir sürece girildi. Gündeme damgasını vuran diğer bir konu ise Mayıs ayında başlayan Taksim Gezi Parkı’nı koruma eylemlerine polisin aşırı müdahelesinin Türkiye tarihinde görülmemiş sivil itaatsizlik eylemlerine dönüşmesiydi. Kadın ve insan hakları ihlalleri üzerine yaşamını ortaya koyarak çalışmalar yürüten Avukat Eren Keskin ile içinde bulunduğumuz barış süreci ve Gezi Parkı eylemleri üzerine konuştuk.
Seçim süreçleri ihlal edilmiş veya yozlaştırılmış olduğunda, medya iktidar odaklarının eline geçtiğinde ve resmi kurumlar kararlarını şeffaf ve meşru bir şekilde alamadıklarında politik ve ekonomik adaletin tesisi için halklar ne gibi seçeneklere sahiptir? Bu makale, Meksika’dan Wall Street İşgali’ne kadar uzanan günümüz politik hareketlerinde bedenin yeniden yükselişini ve hatta merkezi konumunu açıklamaktadır. Bedene dayalı politik performanslar, duygulanımları (özellikle tutkuları) harekete geçirerek yeni anlamların yaratılmasında ve kültürel değerler, hafızalar ve kimliklerin aktarımında önemli rol oynar. Siyasi partiler seçmenlerini temsil etmekte başarısız oldukça insanlar kendilerini temsil etmeyi performans, sanat ve aktivizm aracılığıyla yeniden öğrenir.
Arundhati Roy’un Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanı egemenlik ilişkilerinin her türüne karşı radikal bir tavır sergiler. Her türden hiyerarşik yapılanmanın sınırlarını sorgulayarak tersyüz eden romanda; kast, sınıf, cinsiyet rolleri ve ırk hiyerarşisine kaynaklık eden sınırlara karşılık Roy, resmettiği sınır tanımaz karakterlerle, kronolojik anlatıya aykırı anlatı stratejisiyle ve sömürgecinin dili olan İngilizceyi norm dışı kullanmasıyla farklı bir alternatifi gündeme getirir. Her türlü ayrımın ortadan kalktığı bu yeni varoluş algısında, yalnızca insanlar arasındaki değil, insanla doğa arasındaki sınırlar da kaybolur. Roy büyük anlatılarda ses ve söz verilmeyen ezilenlerin dili olmayı hedefler bu romanda. Dünyayı insan dünyasının ezilenleri olan alt kastların, kadının, çocuğun gözünden görmekle kalmaz, dili olmayan doğanın da sesini duymaya çağırır okurunu. Bu makale, Küçük Şeylerin Tanrısı’nı; doğanın, ezilenler alanının en altındaki öğesi olduğunu, doğayla kadının ezilmelerinin eşzamanlılığını ve paralelliğini ve insanın doğaya tahakkümünün diğer tüm tahakküm biçimlerinin kaynağı olduğunu vurgulayan ekofeminist bir bakış açısıyla irdeleyerek, bunları romandaki izdüşüm ve örnekleriyle tartışmak amacını taşımaktadır.
Bu makale, değişen nüfus ve üreme siyasi rasyonalitelerini izlemeyi sağlamaya yönelik analitik bir araç olarak üreme yönetimi kavramını geliştirmektedir. Burada tanımlandığı üzere üreme yönetimi; dini kurumlar, devlet kurumları ve uluslararası finans kuruluşları, STK’lar ve toplumsal hareketler gibi aktörlerin farklı tarihsel biçimlenişlerinin üreme davranış biçimlerini ve nüfus uygulamalarını üretmek, izlemek ve kontrol etmek için yasama denetimini, ekonomik teşvikleri, ahlaki yasakları, doğrudan tehdidi ve ahlaki kışkırtmaları kullandığı mekanizmalara gönderme yapar. Örnekler; kürtaj, acil durum doğum kontrolü, kısırlaştırma, göç ve yardımcı üreme teknolojileri hakkındaki tartışmalar vasıtasıyla kamu politikası konuşmaları, yeni ahlaki rejimler ve hak temelli aktörler etrafında döndüğü için üreme yönetiminin çarpıcı bir dönüşüm geçirdiği Latin Amerika’dan alınmıştır. Üremeyle ilgili tartışmalar gitgide ahlak ve ‘haklar’ çekişmesi üzerinden şekillenmeye başlamıştır. Bu da vatandaşların üreme haklarını, cinsel haklarını, yerli ve doğal haklarını ve de doğmamışın ‘yaşam hakkını’ talep ederken birbirleriyle karsı karşıya getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Üreme alanında değişen siyasi rasyonaliteleri anlamak için geliştirilen üreme yönetimi kavramı diğer yer ve zamanlara da uygulanabilir.
Joan W. Scott bu yazısında, feministler tarafından dile getirildiği 1970’lerden bu yana, toplumsal cinsiyet kavramının dönüşümüne, bu kavramın hangi biçimlerde kullanıldığına ve tartışıldığına değiniyor. Scott, biyolojinin kadınların yazgısı olduğu yönündeki düşünceye yapılan radikal eleştiriden itibaren, toplumsal cinsiyet teriminin kullanım alanının nasıl bir yandan genişlerken bir yandan da daraldığını tartışıyor. Kavramın yararları ve sakıncalarını eleştirel olarak ele alan Scott yazısında, toplumsal cinsiyet kavramının, 21. yüzyılda, cinsiyet, cinsellik ve toplumsal roller konusundaki –feministlerin incelemesi ve dahil olması gereken- bir politik mücadele alanı olmaya devam edip etmeyeceğini sorguluyor.