Türkiye gündemi hızla ve keskin olaylarla, süreçlerle değişiyor. Bizler, Gezi ve sonrasındaki eylemleri, park forumlarını, yerel seçimleri, barış sürecini tartışıp bu alanlara hem feminist müdahalelerde bulunma hem de feminist analizlerle bu süreçleri anlama çabası içindeyken, 17 Aralık’la birlikte Türkiye’de yüksek siyaset mecrasının, deyim yerindeyse, kirli çamaşırları ortaya döküldü. Dilimize yerleşmiş olan “devletin malı deniz…” ifadesini de göz önüne alacak olursak, bu “kirliliklerin” iktidara ilişkin tarihsel bir bilgi olarak yerelde zaten mevcut olduğunu biliyoruz. Bugün gündeme gelen yolsuzluk vakalarını Türkiye siyasi ve ekonomik tarihinde bir “sapma” olarak değerlendirmek güç. Yolsuzluğun Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını, kapitalizme içkin bir pratik olduğunu biliyoruz ve katılımcı ekonomik modeller ve özgürlükçü demokratik siyası yapılar kurmadığımız sürece yolsuzluk olgusu hayatımızın bir parçası olmaya devam edecek. Ancak ifşa edilen vakalar, denetim mekanizmalarının neredeyse tamamen ortadan kalktığını ve yolsuzluğun rutin bir pratiğe dönüştüğünü gösteriyor. Ayrıca, yılların birikimi olduğu görülen ve “vakti gelince” ortaya çıkarılan “tapeler” de yalnızca yolsuzluk skandallarını dökmekle kalmadı, basına ve yargıya yapılan müdahaleleri de açığa çıkardı. İşin trajik kısmı ise iktidar bu ses kayıtlarının bir kısmını meşru konuşmalar olarak sahiplendi. Tüm bunlar demokratik bir sistemin minimum kriterlerindenbile ne kadar uzağa düştüğümüzü gösteriyor.
Sayı 22 – Şubat 2014
Geçtiğimiz son bir yıl, Türkiye’de yaşanan içsavaşın çözümü açısından önemli gelişmelere sahne oldu. Devlet ve PKK arasındaki müzakere sürecinin başlamasının ardından Barış İçin Kadın Girişimi, çözüm sürecine kadınları dahil etmenin ve savaş döneminde kadınların yaşadığı deneyimleri görünür kılmanın olanaklarını yaratmaya çalıştı. Çatışma ve savaş yaşanan ülkelerde kadınların savaş ve barış süreçlerindeki rollerini araştırdı. Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Çanakkale, Diyarbakır, Doğubeyazıt, İstanbul, İzmir ve Van gibi çeşitli şehirlerde kadınların çözüm sürecini nasıl değerlendirdiğini, kadınların barıştan beklentilerini ve bu beklentilerin nasıl ortaklaştırılabileceğini tartışmaya açtı. Müzakereyi yürüten siyasi taraflarla da görüşen girişim müzakere sürecine, kadınların da bir taraf olarak katılabilmesi için çalışmalar yürüttü. Barış süreci olarak tanımladığımız, silahların sustuğu son bir yıllık dönemde yaptıkları çalışmalar üzerine Barış İçin Kadın Girişimi’nden Feyza Akınerdem, Filiz Oğuz ve Nükhet Sirman ile görüştük.
Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz kasım ayında, kızlı-erkekli öğrenci evlerine dair ‘endişelerini’ paylaşmasının ardından, kızlı-erkekli ev meselesi günlerce ülke gündemini meşgul etti. Bu yazıda, kamuoyunda farklı eksenlerde tartışılan Başbakan’ın kızlı-erkekli ev çıkışının, toplumsal bir kategori olarak gençleri ve de özelde genç kadınları hedef alma hâline dikkat çekiliyor. Kızlı-erkekli ev meselesinin ‘yaşam tarzına müdahalenin’ ötesinde, genç kadın bedenini ve cinselliğini denetlemeye yönelik bir hamle olduğu vurgulanarak, bu müdahaleyi benzer devlet müdahalelerinin yakın tarihine referansla düşünmeye davet ediyor. Dolayısıyla, Türkiye’de devletin gençler üzerinde tahakküm kurma biçimlerinden birinin, ‘ahlaken makbul gençler’ yetiştirme gayreti olduğu ve bu alandaki pek çok devlet müdahalesinin genç kadınların bedeni ve cinselliğini kontrol etmek üzerinden şekillendiği iddia ediliyor. Bu iddia, kızı-erkekli ev tartışmasını merkeze alarak, yakın dönemdeki eğitim ve gençlik politikaları ile devlet elitlerinin ilgili söylemlerinden örneklerle tartışılıyor.
Dünyanın birçok yerinde kadın aktivistlerin içinde yoğun bir şekilde yer aldıkları hareketlerden birisini ekolojik hareketler oluşturuyor. Patagonya’da Mapuçe halkının madencilere ve topraklarına, sularına el koyacak kalkınma projelerine karşı yürüttükleri mücadele de bunlardan biri. Akgün İlhan “İyi Yaşam: Toprak, Kimlik ve Mücadele” başlıklı yazısında Mapuçelilerin topraklarını korumak üzere verdikleri mücadelenin aktivistlerinden olan Moira Millan ile yaptığı görüşmeden edindiği izlenimleri paylaşıyor.
Bu yazı doktora ve yüksek lisans tezleri için yola çıkan iki kadın araştırmacının Karadeniz’de yürüttükleri “alan çalışmaları” sırasında kendi aralarında yaptıkları tartışmaların bir izdüşümü. Özlem Işıl ve Özlem Aslan bu yazıda yükselen HES direnişlerinin sembolleri hâline gelen Karadenizli kadınların kamusal alandaki temsillerini eleştirel bir bakış açısıyla inceliyorlar. Yazarlar alan çalışmalarındaki gözlemlerine ve görüşmelerine dayanarak bu temsillerin imkânları ve sınırları üzerine bir tartışma başlatmayı hedefliyorlar.
Televizyon, ne kadar eleştirel yaklaşırsak yaklaşalım, hepimizin hayatında belirli bir zaman ve yer kaplıyor. Yeşim Usta Araf adlı filminde televizyonun umut ve ihtimaller sunan bir makine olarak insanların hayatlarını şekillendirme kapasitesini anlatıyor. Feyza Akınerdem “Bir İhtimal Daha Var mı? Zalim İyimserlik ve Televizyon” başlıklı yazısında Araf üzerine bir denemeyi kaleme aldı.
Bu yazıda, kamu spotlarının eğitici misyonu ve taşıdığı propaganda gücü bağlamında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın son dönemdeki kamu spotlarının incelemesi ve özellikle 2011’de Bakanlığın adının değişmesininin ardından farklılaşan politikalarla birlikte kamu spotlarında ön plana çıkan temaların tartışılması hedeflenmiştir. Kamu spotlarında temsil edilen aile yapısı, aile bireyleri ve ortak değerlerinin incelenmesi çalışmanın vurgu noktası olarak belirlendi. Yazıda, içerik analizi yapılan spotlardaki temsiller ve ortaklıklar üzerinden verilmek istenilen mesajlar ve görmezden gelinen noktalar tartışmaya açıldı.
Sara Ahmed bu makalesinde feminist bir perspektifle mutluluğun kavramsallaştırılmasına ve tarihine bakıyor. Feministlerin sunduğu alternatif mutluluk tarihinin ne gibi imkânlar sunduğunu tartışan bu makale mutluluk kavramının dilsel soykütüğünü çıkarıp felsefi tartışmalara başka bir pencereden bakarken edebiyat metinlerinden örneklerle tartışmasını somutluyor. Mutsuzluk üzerinden başka bir mutluluk okuması yaparken mutluluğun tarihine bu tarihten dışlananların gözünden bakmayı öneriyor. Mutluluk vaadinin nasıl da bizleri yönlendirdiğini, mutluluğun nasıl cinsiyetçi biçimde araçsallaştığını gösterirken feministin mutluluğa yabancılaşarak bu oyunu bozabilme ihtimaline işaret ediyor. Ahmed, feminizmin mutluluk uğruna kadınlardan talep edilen tavizlere dair politik bir bilinç içerdiğini savunuyor. Ona göre “feministler, bir kayıp olarak mutluluğun bilincine varırken, mutluluk uğruna meraktan, hayal gücünden ve arzudan vazgeçmeyi çoktan reddetmişlerdir.” Bu doğrultuda makale mutluluğa yabancılaşmakta ve mutsuz olma özgürlüğüne sahip çıkmakta ısrar ederken mutsuz olunan meselelerle ilgili politik bir bilinç geliştirmeyi ve buradan doğacak imkânları değerlendirmeyi öneriyor.