Türkiye referandum sonrasında, demokratikleşmenin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir döneme yeniden girdi. Referandumda “Evet” yanıtının çıkması toplumun yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu gösteriyor ve yeni bir anayasa yapmanın imkânını sağlıyor. Yapılan anayasal değişikliklerin askeri vesayetin gücünü azalttığı oranda demokratikleşmenin önünü açtığını söylemek mümkün. Referandumun hemen sonrasında yargı yapısındaki değişimler, demokratikleşme tartışmaları, Kürt sorununun çözümü, başörtüsü meselesi gibi kadınların yaşamlarını da derinden etkileyen konular yeniden gündeme geldi. Ancak, bu konuların tartışılış biçimine ve hukuki vakalara bakıldığında, gündelik hayatta ordunun ve militarizmin gücünün azaldığı ya da önümüzdeki süreçte azalacağına dair işaretler gördüğümüzü söylemek oldukça zor. Şüphesiz bu konular ve yeni anayasa önümüzdeki dönemin çok fazla konuşulan konuları arasında yer almaya devam edecek. Yeni anayasanın Türkiye’de tüm ezilen ve yok sayılan kesimlerin, ükenin yarısını oluşturan kadınların taleplerini kapsaması ve kültürel çoğulcu bir perspektifle oluşturulması için kadınlara, kadın örgütlerine ve toplumsal muhalefete hayati bir rol düşüyor.
Sayı 12 – Ekim 2010
Joan Scott’un “Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi” makalesi toplumsal cinsiyeti, analitik bir kategori olarak gündeme getiren ve bu bağlamda, yalnızca tarih alanındaki değil, genel olarak sosyal bilimlerdeki hakim paradigmalara eleştirel bir perspektif geliştiren öncü bir makaledir. Scott, toplumsal cinsiyeti tarihsel bir kategori olarak önerirken, kadınların tarihsel özneler olarak yeniden gündeme getirilmesinin ötesine geçerek, tarihyazımının kendisinin yeniden yapılandırılmasını önerir. Scott, bu tartışmayı yürütürken, toplumsal cinsiyet kategorisinin sınıf ve ırkı da kapsayacak şekilde yeniden tanımlanması gerektiğini söyler. Toplumsal yapıdaki diğer hiyerarşi kategorilerini de kapsayacak bir şekilde tanımlanan toplumsal cinsiyet kategorisi, feminist siyasi stratejiler geliştirilmesi sürecinin de önünü açacaktır.
Joan Scott bu yazıda, hayatındaki çeşitli dönüm noktaları üzerinden eleştirel tarihi kavramaya yönelik serüvenini okuyucularla paylaşıyor. Çocukluk yıllarından itibaren bilgi ile kurduğu ilişkiyi; lise ve üniversite yılları boyunca ve halen politikanın hayatını ve akademik alandaki tercihlerini nasıl şekillendirdiğini; yol boyunca politik, aktivist bir akademisyen olarak kimliğini oluşturmasında katkısı bulunan fikirleri ve düşünürleri aktarıyor. Joan Scott'un kendi deneyimlerinden hareketle ve tarihsel bir perspektifle oluşturduğu bu makalede feminist eleştirel bir tarih yazımı arayışında karşılaşılan zorluklar, yaşanan karşılaşmalar, bilginin üretimi ve aktarımı noktasında hissedilen heyecan ve bilgi/iktidar ilişkilerinin sorgulanmasında tarihsel analizin önemi de ele alınıyor.
Bu makalede, 1975 yılının Haziran ayında kurulan İlerici Kadınlar Derneği’nin 12 Eylül 1980’e kadar, yaklaşık 5,5 yıl içinde 15.000 üye sayısına ulaşarak geldiği özel konumun incelemesi amaçlanmaktadır. Ancak kadın örgütlenmesinin bu kadar yaygınlaşması için 70’li yılların ortalarına kadar neden beklemek zorunda kalındığına ve 1975-1980 arası dönemde kitleselleşmeyi sağlayan faktörlerin neler olduğuna kısaca bakmak gerekmektedir. 1970’li yıllar Türkiye solunun, işçi hareketinin en güçlü olduğu yıllardır. Bu hareket içinde kadınlar da kendilerine yer açtılar ve alanlarını genişletmeyi başardılar. 1970’ler sonrasındaki gelişmelerin temeli aslında 1960’larda atılmıştır. Türkiye İşçi Partisi’nin ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulması, işçi hareketinin güçlenmesi sonucunu da doğurmuştur. 1968 hareketi, genel olarak öğrenci hareketi niteliği taşımaktaydı. İşçi hareketinin, daha doğrusu solun genel olarak siyasete damgasını vurması 1973 genel seçimlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Uluslararası Demokratik Kadınlar Federasyonu’nun (UDKF) önerisiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1975 yılını Dünya Kadınlar Yılı, 1975-1985 yıllarını ise kadın on yılı ilan eder. Avrupa'daki sosyalist ve komünist partiler de ayrı kadın örgütlenmesine ağırlık vermeye başlar. Türkiye'deki sol hareket ise bu gelişmeleri henüz tartışmaktadır. 1975 yılından sonra, özellikle İKD’nin kuruluşundan itibaren daha yaygın olarak sosyalist kadın dernekleri kurulmuş ve ayrı kadın örgütlenmesinin 'sınıf mücadelesini böleceği' söyleminden yavaş yavaş uzaklaşılmaya başlanmıştır. Daha doğrusu, kadınların özgül sorunlarından yola çıkarak onları 'sınıf mücadelesine' katmanın yolları aranmıştır. İKD ise o dönemde kurulan ilk sosyalist kadın derneğidir.
Heteronormatif mekânın kültürel, sosyal ve politik olarak yeniden üretimi lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin altkültür oluşturmasını da beraberinde getiriyor. Cinsel kimlikleri nedeniyle damgalanmaya uğrayan söz konusu bireyler, kendilerine ait alanlar açarak heteronormatif mekâna belirli bir mesafe alabiliyor. Bireyin ‘cemaat’ ile ilişki kurmasını sağlayan bu alanlar, eşcinsel altkültürünün oluşumunda ve dönüşümünde ne gibi dinamiklerin etkili olduğunu göstermeleri açısından da önem taşıyor. Performatif bir mekân olan eşcinsel sahne, farklı eşcinselliklerin aynı mekân içerisinde ya da farklı mekânlarda yeniden üretildiği, sosyalleştiği yerler olarak şehir mekânına dağılıyor. Doğu Durgun, bu yazısında İstanbul’daki farklı eşcinsel mekânlarda sosyalleşen erkek eşcinseller arası iletişimi inceleyerek, söz konusu altkültürün cemaat, aile, heteronormativite, sınıf, seks, erillik gibi dinamiklerle ilişkisini tartışıyor.
2010 LGBTT Onur Haftası organizasyonu çerçevesinde oluşan “kadın” grubu hazırlık sürecinde ve etkinliklerde cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsellik üzerine pek çok konuyu tartışa tartışa geleceğe dönük bir grup kurma eğilimini oluşturdu. Kişinin kendini algıladığı, gördüğü gibi yaşayabildiği, kendini gerçekleştirebileceği, engellere, önyargılara, sınırlara takılmadan diğerlerine doğru akabileceği, başkalarından kendine akanlarla kendini yeniden oluşturabileceği, herkesin bu deneyimi yaşayabileceği bir ortamı nasıl kurabileceği konularında yapılan bu tartışmalarla bir deneyim havuzu oluşmaya başladı. Bu yazıda, grubun bazı üyeleri biraraya gelerek çocukluktan itibaren cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği konularında kendilerini keşfetmeleri, etraflarındaki dünya ile kendileri arasındaki gerilimleri ve anlamlandırma çabalarını anlattılar.
karışamıyorum bazen dünyaya, hani huzursuz bir iki kelime edip, vuruyorum ya kendimi sıradanlığa, acı şokuna girip beklemekten solmuş haberlere, yazsonlarına, gündönümlerine benziyorum ya…
Hastalık, bizi düzyazının dikte ettiği yorucu seferberliğe karşı ilgisiz kılar. Bölümler ardarda ilerlerken bütün melekelerimize hakim olup aklımızı, yargımızı, hafızamızı toparlamakta güçlük çekeriz, tam bir yere alışmışken, yeni gelene dikkat etmemiz gerekir, ta ki bütün yapı- kemerler, kuleler ve siperler- temelleri üstünde sağlam bir şekilde yerlerine yerleşene kadar. (….) Öte yandan, rafa kaldırılmış bir sorumluluk ve askıya alınmış bir akılla- hasta birinden kim eleştiri bekler, ya da yatalaktan sıhhatli bir fikir?- diğer tadlar ortaya çıkıverirler; aniden, kesik kesik, yoğun. Şairlerin çiçeklerini talan ederiz. Birkaç satırı çeker alır ve zihnin derinliklerinde açılmalarını bekleriz.
Çocukken sadece evin, sadece yuvandır dil çünkü ilk orada meram anlatman gerekir. İlk orada ulaşmayı istediğin birilerin, anlatmayı istediğin bir şeylerin olur. Zaten sana hayat veren canlının adıyla, ‘ana’yla anılmasının nedeni de budur dilin. Anadil senin rahim içindeki güvenli kuytunun, şimdi artık dışarda olduğun için giderek uzaklaşan ama yine de hep duyduğun yankısıdır.
Hindistan'da bağımsızlık sonrası yetişen jenerasyonun temsilcilerinden olan Chandra Talpade Mohanty'i '”Batı” kaynaklı feminizme getirdiği sömürgecilik eleştirileri ile tanıyoruz. Chandra Talpade Mohanty'nin güncel çalışmaları akademide ve sosyal hareketlerde feminist anti-emperyalist politikaya odaklanıyor. Chandra Talpade Mohanty'e göre neoliberal politikalar akademideki alternatif alanları özellikle de feminist-aktivist alanları daralttığı hâlde Kuzey ülkelerindeki feminist çevrelerde bu sorunlar yeterince gündeme getirilmiyor. Biz de Chandra Talpade Mohanty ile neoliberalizm bağlamında akademide feminist olmak ve feminist etik üzerine konuştuk.