Çeviren: Ayten Sönmez Sherilyn MacGregor, bu makalesinde iklim değişikliği ve toplumsal cinsiyet ilişkisine dair sorulara indirgeyici ve kadınları kurbanlar olarak konumlandıran basit yanıtların ötesinde daha derinlikli yanıtlar oluşturmayı hedefliyor. Feminist…
Çeviren: Büşra Üner Bu makale ABD’deki çevre adaleti ve kadın hakları örgütleri tarafından oluşturulan kesişimsel ittifak siyasetini inceliyor. Bu ittifak siyaseti, çevresel ve feminist meseleleri ilişkilendiriyor ve toplumsal ve çevresel…
Kathryn Anderson ve Dana C. Jack bu makalede, kadınlarla yapılan sözlü tarih görüşmelerinde dinleme sürecinin önemini vurguluyorlar. Sözlü tarih çalışmaları kadınların hikâyelerini açığa çıkarma sürecine büyük katkı sunmuştur. Ancak, bu hikâyelerin gerçekten açığa çıkabilmesi için kadınların anlattıklarının “dinlenebilmesi”, bu makalede vurgulandığı anlamıyla idrak edilebilmesi gerekir. Biri tarih, diğeri psikoloji olmak üzere iki farklı disiplinden gelen yazarlar, kendi disiplinlerindeki anaakım eğilimlerin yapılan görüşmelerde kadınların anlatılarını nasıl sınırlandırdığına dikkat çekiyorlar. Yapılan görüşmelerde kadınların kendi söylediklerinin ötesinde ne demek istediklerini anlayabilmemizin, kadınların da kendi anlatıları üzerine düşünmelerine olanak vermenin önemine dikkat çekiyor ve görüşme yöntemlerine dair önerilerde bulunuyorlar.
Türkiye’de eğitim alanı her daim tartışmalı bir konu oldu. Geç Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin modernleşme sürecinde kadınların eğitimine önem verildi. Eğitim hakkı, dönemin kadın hareketlerinin de önemli taleplerinden biriydi. Bu hakkın elde edilmesi kadınların toplumsal hayata katılmasına, kadın-erkek eşitliği fikrinin yaygınlaşmasına katkı sundu. Bugün ise eğitim alanı köklü değişikliklerden geçiyor. Bu değişiklikler kadın-erkek eşitliğine inanmadığını söyleyen, kadını ve çocuğu aile üzerinden tanımlayan ve dindar nesiller yetiştirmeyi hedefleyen bir iktidar tarafından şekillendiriliyor. Dergimizin bu sayısında eğitim alanında din, çiftdillilik, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi alanlarda çalışmalar yürüten Işık Tüzün ile görüştük. Eğitimin sisteminin geçirdiği dönüşümü kadın ve çocuk haklarına etkileri üzerinden tartıştık. 2016 yılının Aralık ayına kadar yaklaşık on yıl Eğitim Reformu Girişimi’nde çalışmış olan Işık Tüzün, o zamandan beri bağımsız danışman olarak görev yapıyor. Eğitim alanında çocuğu odağa alan politikaların nasıl geliştirilebileceği hakkında çalışmalar yürüten Işık Tüzün aynı zamanda KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin de üyesi.
Yumurta ve Sperm: Bilimin Basmakalıp Kadınlık ve Erkeklik Rollerine Dayanarak Oluşturduğu Romantizm*
Emily Martin bu makalede bilimsel anlatıları ve bu anlatılarda kullanılan dili inceleyerek yumurta ve spermin nasıl basmakalıp kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden ele alındığını tartışıyor. Biyoloji ve tıp metinlerinin spermi yumurtayı dölleyen aktif, atılgan ve maceracı bir eril özne, yumurtayı ise kendisini dölleyecek spermi pasif bir şekilde bekleyen, yardıma muhtaç bir genç kadın olarak resmetmelerini eleştiriyor. Bu betimlemelerin bilimsel olarak da geçerlilik taşımadığını, döllenme sürecinde hem yumurtanın hem de spermin eşit derecede aktif olduğunu ve döllenme eyleminin karşılıklı etkileşimleri sonucunda gerçekleştiğini anlatıyor. Popüler anlatıların aksine spermler –sanki bir insan gibi beyinleri, hırsları ya da amaçları varmışçasına– yüzerek yumurtaya ulaşmak için birbiriyle yarışmıyor, kuyrukları nedeniyle sağa sola sallanarak hareket ediyor. Yumurta ise bu süreçte çok daha karmaşık bir rol oynayarak kabuğundaki özel bir molekül aracılığıyla spermlerin bir kısmına rehberlik ediyor, bir kısmının da geçişini kısıtlıyor. Yazar, hücre düzeyinde gerçekleşen bu biyolojik süreçlerin neden ve nasıl toplumsal cinsiyet kalıp yargıları üzerinden anlatıldığını sorgulayarak bizi şimdiye kadar öğrendiğimiz bilimsel bilgileri tekrar gözden geçirmeye davet ediyor.
Sergi kuratörü Arzu Yayıntaş'ın konsept geliştirme ve sergi tasarımında Güneş Terkol ve Sevil Tunaboylu ile birlikte çalışarak oluşturduğu "Bize Ait Bir Oda" sergisi 9 Mayıs-4 Haziran 2017 tarihleri arasında İstanbul’da, Ark Kültür’de izleyici ile buluştu. Yayıntaş ve Terkol, 2015’ten beri annelik ve doğurganlık üzerine yaptıkları atölyelerin bir devamı olarak kurguladıkları sergi öncesinde Tunaboylu'yu da yanlarına alarak doğurganlık ve dişil döngüler üzerine yedi farklı başlıkta (kadının kendi doğumu, regl, doğum yapmak, düşük, kürtaj, biyolojik saat, menopoz) hazırladıkları soruları bu konularda çalışmak isteyen diğer kadın sanatçılarla paylaşarak sergi için açık çağrı yaptı. Bu çağrı üzerine bazı sanatçılar sergi için yeni işler yapmayı önerirken bazıları da daha önce sergileme şansı bulamadıkları eserlerini arşivlerinden çıkardılar. Sergide 23 kadın sanatçı tarafından üretilen resim, desen, video, fotoğraf, heykel, enstalasyon, illüstrasyon ve performans gibi farklı disiplinlerden eserler bir araya geliyor. Sanatçılar iktidarın ve medyanın tek tipleştiren söyleminin aksine annelik ve kadınlık deneyimlerinin çok çeşitli olduğuna işaret ederek farklı kadınlık hâllerini izleyici ile beraber yeniden kurgulamayı, deneyim paylaşımını ve kadın dayanışmasını güçlendirmeyi hedefliyor. Sergide yer alan sanatçılar alfabetik sıra ile Ada Tuncer, Arzu Arbak , Arzu Yayıntaş, Ecem Yerman, Ece Eldek, Elif Varol Ergen, Fatoş İrwen, Gizem Aksu, Gökçe Deniz Balkan, Güneş Terkol, Işıl Eğrikavuk, Merve Çanakçı, Nancy Atakan, Neriman Polat, Nurcan Gündoğan, Oda Projesi, Özgül Arslan, Seçil Yersel, Sena Başöz, Sevil Tunaboylu, Sezgi Abalı ve Yasemin Nur.
Sekülarizm ve onun feminizmle ilişkisine dair yerleşik düşüncelerin sorgulanması ihtiyacı; “medeniyetler çatışması” tezinin artan hâkimiyeti, postmodern eleştirinin Aydınlanma akılcılığı eleştirisini din sorularını dahil edecek şekilde genişletmesi ve başlı başına “sekülerleşme tezi” eleştirisi gibi birçok gelişmeyle birlikte artmıştır. Kadınların eşitlik talepleri ile dinin talepleri arasındaki çatışmalar, tüm bölgelerde ve tüm büyük dinlere göre belgelenmiştir. İslam’ın Avrupa’daki varlığına dair süregiden ahlaki paniğin, Müslüman kadınların kıyafetlerinin denetlenmesiyle ilgili kaygılarla belirginleşmesi bize din, kültür ve devlet ilişkisinde kadınların ve toplumsal cinsiyete dayalı güç ilişkilerinin merkeziliğini hatırlatıyor. Seküler-dindar ikili karşıtlığının postmodern ve diğer eleştirilerine ek olarak günümüzde sosyolojik çalışmaların çoğu modernizasyonu sekülerleşme ile eşitlemeye karşı çıkıyor. Bu makale, bu gelişmelerin politik feminist düşünce ve pratiğe yönelik itirazlarına odaklanıyor. Baskıcı olmayan feminist tepkilerin, demokratik, çokkültürlü toplumlarda normatif bir ilke olan sekülarizmle yeni bir eleştirel bağlılık içine girmesi gerektiğini iddia ediyor. Okuru bu süreçle ilgili bilgilendirmek üzere yazar, feminist bilgi üretiminin, din sosyolojisinin ve siyaset kuramının farklı alanlarındaki tartışmalarının haritasını çıkarıyor ve bu tartışmalara gönderme yapıyor. Feminizm, din ve siyasetin kesişimindeki entelektüel alanı oluşturan temel felsefi gelenekleri ve fay hatlarını iki geniş grup altında topluyor: Aydınlanmacı din eleştirisinin feminist eleştirisi ve Aydınlanma geleneğinin eleştirel kıyılarındaki feminist bilgi üretimi. Yazar, bu alandaki feminist tartışmaların parçalanmış doğasına rağmen farklı politik yaklaşımların arasında ortak bir temelin oluştuğunu savunuyor: Hepsi de sekülarizmi, neo-seküler çağda özgürleştirci bir niyetle yeniden tanımlayabilmek için en geniş söylemsel çerçeve olarak “demokrasi”ye ve onu destekleyen değerlere vurgu yapıyor.
Röportajda feminist kuramcı Jennifer Nedelsky ile son kitabı “A Care Manifesto: (Part) Time For All” (Bir Bakım Manifestosu: Herkes için (Yarı) Zamanlı İş) üzerine konuştuk. Nedelsky kitabında istihdam üzerine yapılan çalışmalarla, bakım üzerine yapılan feminist çalışmaları bir araya getiren bir tartışma sunuyor ve bakım işi ile iş yaşamının düzenlenişinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini savunuyor. Bunu yaparken hem yarı zamanlı işe dair önyargıları kırmaya çalışıyor hem de bizi bakım işini bir yük olarak değil insanın kendisi ve diğer canlılar ile kurduğu ilişkileri şekillendiren yaratıcı bir faaliyet olarak yeniden düşünmeye çağırıyor.
Yazar bu makalede, translara yönelik baskının ve trans direnişinin hakim olan trans modelinde var olandan ayrılan bir tanımını savunuyor. Hem “yanlış bedende hapsolma” modelinin hem de trans modelinin neden sorunlu olduğunu gösterirken aynı zamanda bahsedilen bu ilk modelin nasıl direnişçi bir anlatı olarak görülebileceğini açıklıyor. Yeni tanım iki temel fikre sahip. Yazar öncelikle çoklu anlamlar modelini savunmak için María Lugones’in çalışmalarından yararlanıyor, geleneksel tanımın direnişçi anlatıları reddederek egemen anlamları kabul ettiğini iddia ediyor. İkinci olarak da, trans kişileri hilekâr olarak resmeden transfobik temsiller üzerine olan güncel literatürden yararlanarak gerçeklik yaptırımının egemen cinsiyetlendirme pratiklerinin önemli bir sonucu olduğunu ileri sürüyor. Geleneksel yanlış-beden anlatısının gerçeklik yaptırımına direnen bir anlatı olarak görülebileceğini söylüyor.
Her ne kadar -çoğunlukla üniversite camiası üyelerinin öngörülen haklarına dönük korkunç ihlalleri kınamak üzere başvurulan- akademik özgürlük terimi kendinden menkul gibi görünse de, aslında sınırlı uygulamaya sahip, çetrefilli bir fikirdir. Akademik özgürlük, kökeni itibariyle geçtiğimiz yüzyılın başlarında Birleşik Devletler’de yalnızca —kamu yararını artırmak için gerekli bilgiyi üretip aktaran— öğretim elemanlarını ilgilendiren bir terimdi. Akademik iş güvencesine sahip kadrolu öğretim elemanları ile alakalı olmak zorunda da değildi çünkü bu pratik o dönemde aslında bilinmiyordu. Akademik özgürlük, iktidar ve bilgi, siyaset ve hakikat, eylem ve düşünce arasındaki ilişkiyle ilgili çatışmaları, aralarına korunması zor, keskin bir ayrım yerleştirerek çözmeyi amaçlıyordu. Hızlı bir tanım yapmak yerine, hem öğretim elemanlarının haklarına dair bir kuram hem de bu hakları korumaya dönük bir pratik olarak akademik özgürlük kavramını altüst eden bazı gerilimlere bakmak istiyorum.