Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği'nden Nurgül Öztürk ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide derneğin gençlik alanında başlattığı koruyucu-önleyici çalışmalardan biri olan "Ne Var Ne Yok?!" isimli projesi ve bu proje kapsamında eğitimin temel konularından biri olan eğitimde toplumsal cinsiyet konusunu tartıştık. Pilot çalışması 2016-2017 eğitim-öğretim döneminde İstanbul’da bulunan 7 farklı lisede gerçekleştirilen ve yaklaşık 3500 gence ulaşan proje ve gençlerin proje kapsamında ele aldıkları toplumsal cinsiyet, ayrımcılık, akran zorbalığı, sanal şiddet, güvenli ilişkiler, onay kavramı ve flört şiddeti konularındaki deneyimleri söyleşide ele alınmaktadır. Söyleşide eğitim müfredatında cinsel şiddet konusuna nasıl yer verilmesi gerektiği, okullarda gençlerle şiddetin farklı türlerine, güvenli ilişkilerin özelliklerine, onay kavramına ve sağlıklı kişisel sınırlara değinen çalışmalar yürütmenin önemi ve şiddet vakalarının önlenmesi için yapılabilecekler üzerinde durulmaktadır.
Türkiye’de laikliğin belirleyici ilke olarak görünür bir şekilde eridiği, seküler alanların gittikçe daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde, kadın ve LGBT+ hakları çok ciddi düzeyde darbe alıyor. Serpil Sancar ile yaptığımız bu söyleşide içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürden hareketle, laiklik ve sekülarizm karşıtı politikalar ile cinsiyetçilik arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla sekülarizm ve laiklik ile feminizm arasındaki ilişkiyi ele aldık. Söyleşide sekülarizm ve laiklik terimlerinin Türkiye bağlamında/tarihselliğinde ne anlama geldiğini, Batı’da din ile devlet, siyaset, kamusal arasındaki ilişkileri tanımlamak üzere ne tür tartışmaların yapıldığını, bu tartışmaların Türkiye’deki süreci analiz etmeye katkı sunup sunmadığını tartıştık. Son olarak, laiklik konusunun Türkiye’de kadın hareketi içinde nasıl gündeme geldiğine, ne tür bir gerilim hattı oluşturduğuna değindik.
Ülkemizde cinsiyetçi şiddetin ve kadına yönelik erkek şiddetinin hız kesmeden arttığı bir toplumsal ortamda kadınlar, LGBTİ+'lar giydikleri kıyafetler, oturuş kalkış biçimleri nedeniyle park, toplu taşıma araçları, okul gibi gündelik hayatlarımızın geçtiği mekânlarda pervasız bir şiddetin hedefi haline geliyor. Çocuklara yönelik cinsel istismar haberlerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Bu cinsel şiddet iklimi yaygınlaşırken kadınları, çocukları ve LGBTİ+’ları ilgilendiren pek çok kanun maddesinde değişiklik yapılıyor. Bu hukuki düzenlemeler cinsel şiddeti geriletmek yerine daha da artıracağı tartışmalarıyla birlikte ilerliyor. Mor Çatı Kadın Sığınağı kurucularından avukat Canan Arın ile yaptığımız söyleşide cinsel suçlarda ve kadın hakları alanında yapılan kanun değişiklikleri ve bunların olası etkileri/sonuçları üzerine konuştuk.
Birinci Dünya Savaşı, savaş meydanları ve cepheler kadar cephe gerisinin de seferber edildiği ve dolayısıyla toplumun tüm kesimlerinin savaşa dahil edildiği bir dönemdi. Kadınlar da, önceki dönemlerden farklı olarak bu seferberliğe dahil edilirler. Mühimmat üretimi başta olmak üzere çeşitli üretim alanlarına girerler. Cepheye giden kadınlar ellerine silah almasalar da hemşire veya ambulans şoförü olarak çalışırlar. Savaşın başladığı yıllar aynı zamanda Batı’da kadınların oy hakkı mücadelesinin de yükseldiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde kadınlar sadece erkeklerden boşalan iş piyasasında değil, siyaset alanında da son derece faaldirler. Siyasi alanda etkin olan kadınların bir kısmı devletlerin savaş politikalarını desteklerken bir kısmı da savaş karşıtı bir tavır takınırlar.
Susan Grayzel Women’s Identities at War: Gender, Motherhood, and Politics in Britain and France During the First World War [Savaşta Kadınların Kimlikleri: Birinci Dünya Savaşında Toplumsal Cinsiyet, Annelik ve Britanya ve Fransa’da Siyaset] başlıklı kitabında, kamusal alanda ve savaş seferberliğinde emekleri ve görünürlükleri artan bu kadınların kimliklerinde, toplumsal cinsiyet bağlamında ne tür bir değişim olduğu sorusuna yanıt arar ve anneliği mercek altına alır. Grayzel her iki devletin de, siyasi farklılıklarına rağmen, benzer bir şekilde kadınlardan anneler olarak bu topyekün seferberliğe destek olmalarını talep ettiklerini söyler. Kitabın beşinci bölümü olan “Feminizm Yargılanıyor: Kadınların İtirazı ve Barış Siyaseti” makalesinde yazar dönemin egemen annelik söyleminin savaş karşıtı kadınların kendi siyasi duruşlarını temellendirmelerindeki etkisini ve kadınların bu söyleme hangi durumlarda nasıl karşı çıktığını inceler. Bu incelemeyi yaparken hem Fransız sosyalist, sendikacı, pasifist ve feminist bir öğretmen olan Hélène Brion’un savaş karşıtı duruşundan ötürü tutuklanması ve yargılanmasına olduğu hem de bu sıra dışı vakaya basında ve diğer çevrelerde verilen tepkilere odaklanır.
Türkiye 'olağanüstü' bir dönemden geçerken toplumdaki şiddet ve tahammülsüzlüğün dozu gittikçe artıyor. Kadınların gündelik hayatının halihazırda bir parçası olan şiddet her geçen gün pervasızlaşıyor. Metrobüste, parkta, sokak ortasında tanıdığımız ya da tanımadığımız erkeklerin şiddetine sıklıkla maruz kalıyoruz. Neredeyse her gün çocuklara yönelik cinsel şiddet haberleri alıyoruz. Bunlar karşısında güçlendirilmesi gereken kadın ve çocuk hakları alanında elde edilen kazanımların tehlike altında olduğuna tanıklık ediyoruz. Dergimizin bu sayısında, kadın hakları alanında uzun yıllardır çalışma yürüten feminist avukat Hülya Gülbahar'la Türkiye'de kadın hakları mücadelesi, son yıllardaki yasal düzenlemeler ve yeni Türkiye'nin yeni kadınlık durumları üzerine konuştuk.
Yazar bu makalede, translara yönelik baskının ve trans direnişinin hakim olan trans modelinde var olandan ayrılan bir tanımını savunuyor. Hem “yanlış bedende hapsolma” modelinin hem de trans modelinin neden sorunlu olduğunu gösterirken aynı zamanda bahsedilen bu ilk modelin nasıl direnişçi bir anlatı olarak görülebileceğini açıklıyor. Yeni tanım iki temel fikre sahip. Yazar öncelikle çoklu anlamlar modelini savunmak için María Lugones’in çalışmalarından yararlanıyor, geleneksel tanımın direnişçi anlatıları reddederek egemen anlamları kabul ettiğini iddia ediyor. İkinci olarak da, trans kişileri hilekâr olarak resmeden transfobik temsiller üzerine olan güncel literatürden yararlanarak gerçeklik yaptırımının egemen cinsiyetlendirme pratiklerinin önemli bir sonucu olduğunu ileri sürüyor. Geleneksel yanlış-beden anlatısının gerçeklik yaptırımına direnen bir anlatı olarak görülebileceğini söylüyor.
Alexis Pauline Gumbs ‘“Hiçkimse” Daha Fazlasını İfade Eder: Siyah Feminist Pedagoji ve Dayanışma”’ adlı makalesinde June Jordan ve Audre Lorde’un 60’lardan 80’lerin sonuna kadar devlet üniversitesinde verdikleri eğitim ve o dönemde yazdıkları yazılardan yararlanarak eğitim, direniş pedagojisi, dayanışma ve ötekiyle ilişkilenme temalarını tartışıyor. Yazar Lorde ve Jordan’ı tekil özneler almak yerine onların pratiklerini sömürge ve ırkçılık karşıtı yazının yarattığı direniş ve dayanışma külliyatı içine yerleştirir ve sistem içi bir kurum olarak üniversitenin aynı anda direniş ve iktidar tarafından belirlenen karmaşık dinamiklerini anlamaya çalışır.
Türkiye, son bir yıldır şiddetin her türünün güçlendiği, toplumsal sorunların çözümünde diyalog yerine siyasi veya askeri baskının hakim kılındığı, ifade özgürlüğü alanının gittikçe daraldığı, herkese nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir dönemden geçiyor. Bu ortamda kadınlara, çocuklara, LGBTİ'lere yönelen şiddet de farklı biçimler alarak tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. "Yeni Türkiye"de Cinsiyetçi Şiddet adlı yazı, ülkemizde son bir yılda yaşanan gelişmeleri kadın, çocuk ve LGBTİ hakları üzerinden değerlendiriyor.
Samar Yazbek'in Çapraz Ateşte Bir Kadın: Suriye Devrim Günlükleri (A Woman in the Crossfire: Diaries of the Syrian Revolution) (2012) ve Ahdaf Soueif'in Kahire: Benim Şehrim, Bizim Devrimimiz (Cairo: My City, Our Revolution) (2012) adlı kitapları Suriye'deki ve Mısır’daki savaşa ve yıkıma ilk elden tanıklık eden güncelerdir. Hem Yazbek hem de Soueif meydanlarda ve sokaklarda zulme karşı direnenlerin öznel hikâyelerini kamusal olanla birleştirerek çokkatmanlı bir tanıklık ortaya koyar, devrimi ve direnişi yeniden tanımlar. Deniz Gündoğan "Mısır Devrimi'nden Çapraz Ateş Altındaki Kadına: Savaş ve Zulüm Karşısında Etik Tanıklığın Olanağı" adlı makalesinde bu iki günceye odaklanarak “edebiyat felakete tanıklık edebilir mi?” ve “tanıklığın feminist etik zemini oluşturulabilir mi?” sorularını irdeliyor.
Yazar bu makalede Cerattepe direnişi üzerinden Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin temel bir unsuru hâline gelen “yaşam alanı” kavramını ve bu kavram üzerinden ortaya atılan evrensellik iddialarını tartışıyor. Yaşam alanı kavramının evrensellik iddiasına rağmen kimleri içeride tutup kimleri dışarıda bıraktığını incelerken, bu tür evrensellik iddialarının siyasi mücadeleler için stratejik önemine vurgu yapıyor.