Söyleşi: Zeynep Kutluata
İstanbul, Şubat 2016
Türkiye, Haziran seçimlerinin ardından, savaş ve fiili darbe koşullarının hâkim olduğu bir sürece girdi. Geçtiğimiz aylar boyunca hemen her gün ölüm haberleriyle güne başlar olduk. Bu dönem birçok açıdan 1990’lardaki şiddet ortamından ayrışıyor. Alev Özkazanç ile yaptığımız söyleşide içinde bulunduğumuz bu ‘yeni’ sürecin feminist bir perspektifle analizini yapabilmek için hangi parametrelerden hareket etmemiz gerektiğini, bu dönemin cinsiyet rejimi bağlamında ne tür değişikliklere karşılık geldiğini konuştuk.
1990’larla günümüzü kıyaslayacak olursak, savaş ve eril kimlik arasındaki ilişkide ya da savaşın kadınlar ve/veya kadınlık üzerindeki etkisinde nasıl bir değişiklik meydana geldiğini düşünüyorsunuz?
1990’lardan günümüze Türkiye’de militarizm, savaş ve eril kimlik açısından birçok şey değişti. Günümüzdeki şiddet ortamının eril kimlik ile ilişkisini ve kadınlar üzerindeki etkisini anlamak için sadece mevcut İslami muhafazakâr-faşizan savaş sürecini veri almak yetmez; İslami-faşizan savaşçı zihniyeti de açıklamak gerekir. Daha doğrusu, bu noktaya nasıl gelindiğini ve bu süreçte cinsiyet ilişkilerinin nasıl dönüştüğünü de sormak gerekir. Bugünkü tabloya biraz daha geriye giderek bakarsak, son beş yılda ve özellikle Gezi’den sonra siyasi iktidarın artan biçimde otoriterleşmesinin önemli bir boyutunu cinsiyet rejiminin oluşturduğunu, AKP’nin belirgin biçimde cinsiyetçi, ayrımcı ve homofobik süreçleri pekiştirdiğini görebiliriz. Önceleri daha İslami-muhafazakâr bir tonda başlayan bu dinamik hızla ve bazı bağlamlarda faşizan bir biçime büründü. Böyle olmasında elbette, geçen on yıllarda kadınların hayat hakkı arayışlarının güçlenmesinin çok payı vardı. Seküler ya da İslami-muhafazakârlık ya da çeşitli türleriyle erkek egemenliği, karşısında giderek daha itaatsiz kadınlar, LGBT bireyler ve gençler görmeye başladığında eril şiddetin dozunun da arttığını gördük. Elbette bu baskı ve şiddetin artması süreci genel olarak toplumsal hoşnutsuzluk ve direnişin artmasıyla da ilgiliydi. Ayrıca özel olarak bu siyasi iktidardan kaynaklanan cinsiyetçilik, homofobi ve eril şiddet biçimlerinin İslami referanslarla daha fazla güçlendirilmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Siyasi iktidarın performatif zorlanması arttıkça öfkesi özel olarak kadın, genç ve LGBT bireylere de döndü. Özellikle 7 Haziran seçimlerinden hemen önce ve sonra iktidarın toplumsal kutuplaşma ve kışkırtma taktiklerinin hedeflerinden biri de LGBT bireyler oldu. Nitekim İstanbul’da 13 yıldır hep daha geniş bir katılımla kutlanan Onur Yürüyüşü ilk kez Haziran 2015’te Ramazan bahane edilerek yasaklandı, direnen LGBT bireyler de polis şiddetine maruz kaldı. Son yıllarda, polis gücünün geleneksel homofobik tavırlarının daha siyasi olarak kışkırtılmış biçimler aldığını gözleyebiliyoruz. Son yıllarda ya doğrudan siyasi iktidar çevrelerinden ya da ona yakın medyadan ve sivil çevrelerden kaynaklanan cinsiyetçilik, kadın düşmanlığı ve homofobi o kadar artmaya başlamıştı ki eğer 7 Haziran’dan sonra siyasi iktidar Güneydoğu’da açık bir savaş yörüngesine girmiş olmasaydı, bu gerilim doğrudan kadınlar, feministler ve LGBT birey ve örgütler üzerinde patlayabilirdi. Ne yazık ki temmuz ayından itibaren bu gerilim, doğrudan bölge halkı üzerinde patladı. Açık savaş koşulları şimdi hem bölgedeki kadınların yaşamlarını hem de barış hareketi içinde öne çıkan kadın aktivistlerin yaşamlarını etkiliyor. Savaşa eşlik eden faşizan ortam da tüm muhalif kesimleri ve yaşam biçimlerini ve özgürlükleri tehdit ediyor.
Savaş sırasında yaşanan en trajik olaylardan birisi de cenazelere yapılan işkenceler. Hem erkek hem kadın bedenlerine yapılan işkencelerin medyaya yansıması olayın psikolojik alanda da verilen bir savaşı kapsadığını açığa çıkartıyor. Kadınların bedenleri özellikle çıplak bir şekilde teşhir ediliyor. Bu görüntülerin medyada yer almasını toplumsal cinsiyet politikaları bağlamında nasıl değerlendirebiliriz?
Geçen yaz aylarında bir çıplak kadın bedeninin görüntüsünün sosyal medyaya düşmesi dehşet uyandırdı. Benzer bir şey, daha geçen ay tekrarlandı. Sadece kadınlara yönelik değil, ölü erkek bedenlerine de yapılan bu eziyetler, ne yazık ki etkili savaş stratejileri olarak birçok savaşta görülen olgular. Bu görüntüler bizzat devlet görevlileri eliyle çekiliyor ve medyaya veriliyor Burada verilen mesaj çok açık ve etkili bir mesaj. Şiddeti uygulayan iradenin, devletin yasal ya da insani, vicdani, dinsel, kültürel vb. hiçbir sınır tanımadan savaşmaya kararlı olduğu mesajıdır bu. Bu mesaj aynı zamanda böyle güçlü ve kararlı bir irade karşısında insan yaşamının, bedenlerin ve geri kalan her şeyin ne kadar kırılgan, savunmasız olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Devlet kendisinin tüm gücü elinde bulundurduğu yanılsamasını kurmak için aşırı biçimde karşı tarafın kırılganlığını artırmaya gayret ediyor. Kısacası bu tür görüntülerin servis edilmesi, açıkça sınır tanımayan bir güç gösterisidir ve böyle bir ultra eril gösteride kadınların bedenleri elbette çok daha özel anlamlar yüklenir. Savaşlarda karşı tarafın kadınlarının bedenleri en zayıf, en kırılgan ve en değerli unsur olarak özellikle hedeflenmiştir. Her savaşın bir cephesi kadınlara karşı açılmış savaştır. Batı’da yaşayan kadınlar için bu ne anlam taşır? Sanıldığı gibi bu tür vahşet içeren görüntülerin tek ve zorunlu bir anlamı yoktur; herkes kendi yeri, konumu, dünya görüşü ve deneyimleri üzerinden farklı anlamlar türetebilir, farklı biçimlerde etkilenebilir. Çoğu kişide ne yazık ki bu tür görüntüler merhamet ve empati ya da vicdan rahatsızlığı hisleri yerine mağdura duyulan iğrenme ve dışlama duygularını pekiştirebilir. Böyle kötü ve aksi tesir yaratmadığı durumlarda da genel olarak bu medya etkisinin, korku hissini, eril şiddete ve devlete dair korku duygusunu beslediğini tahmin edebiliriz. Bu korku elbette özel yaşamında da eril şiddet tehdidini yaşayan kadınlarda çok daha yoğun olabilir.
AKP öncesinde, ‘vesayet rejimi’ olarak adlandırılan dönemde, rejimin koruyuculuğunu yapan militer güç ordu idi. AKP rejimi ise, kendi iktidarını korumak için diğer bir militer yapı olan polisi güçlendirmiş durumda. (Savaş koşulları haricinde) polis, askerden çok daha fazla gündelik hayatın içinde olan, dolayısıyla kadınların ve LGBTİ bireylerin gündelik hayatına daha fazla müdahil olan bir pozisyonda. Kolluk kuvvetlerinin, ‘vesayet sistemi’ sonrasında kurulan bu yeni rejimin temel ayaklarından biri olması, kadınlar ve LGBTİ bireyler için ne tür bir değişiklik anlamına geliyor?
Polis meselesi önemli ve baskı rejiminin karakterinde bir değişim olduğunu gösteriyor, buna bağlı olarak da cinsiyet rejimi üzerindeki etkisi farklılaşıyor. Gerçi ülkede polis her zaman ve özellikle 1980 sonrasından itibaren iktidarların yaslandığı asıl güç olmuştur ama son yıllarda yapılan yasal değişiklikler ve izlenen yönetsel stratejiler sayesinde rejim daha belirgin biçimde bir polis devleti görünümü sergilemeye başladı. Bu durum Gezi sonrasında daha netleşti. Polisin öne çıkması, iktidarın tüm muhalefeti ve direnişi kriminalleştirme gayretinin bir sonucu. Ayrıca iktidarın yeni yöneliminde birçok yaşam alanı, özgür ve özerk her davranış alanı direniş olarak görülüp baskıya maruz kalıyor, çünkü iktidar yaşamı hedef alıyor. Yaşam ve özgürlükler artık daha doğrudan hedef alındığında kadınlar, gençler ve LGBT bireyler daha özel biçimde kırılgan oluyorlar. Bir de şöyle bir dinamik var: İktidarın siyasi kutuplaşma ve çatışmadan medet uman bir strateji izlemesi tüm devlet aygıtının ve personelinin doğrudan iktidar aygıtı olarak yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Polis ise genç erkeklerden oluşan özel bir devlet gücü olarak bu kutuplaştırma, nefret ve ötekileştirme söylemlerinden daha ağır biçimde etkileniyor ve bu devlet söylemini daha ağır biçimde yurttaşla olan ilişkiye taşıyor. Nitekim polisin, artık genel olarak toplumsal olaylara müdahale ederken, özellikle de direniş hâlindeki kadınlarla ya da LGBT bireylerle olan ilişkilerinde özel bir nefret ve husumet ile davrandığını görebiliyoruz. Kadınlar ve özellikle genç kadınlar ve LGBT söz konusu olduğunda bu nefret aynı zamanda cinsiyetçi ve homofobik boyutlar kazanarak daha ürkütücü olabiliyor.
AKP iktidarında, özellikle son dönemlerinde, daha önceki dönemde çok da ön planda olmayan yeni aktörler devreye girdi: Diyanet ve muhtarlar. Bu ‘yeni’ (ya da halihazırda var olan ama ‘‘askeri vesayet dönemi’’ dediğimiz dönemden daha aktif bir şekilde devreye sokulan) aktörleri AKP’nin cinsiyet politikaları bağlamında nereye oturtmamız gerekir?
Bu gibi yeni aktörler AKP’nin cinsiyet politikasına daha önceki dönemlerde görülmemiş bir özgünlük kazandırıyor. Siyasi iktidarın bu ülkede daha önceki dönemlere kıyasla cinsiyet rejimi alanında belirgin biçimde eşikler aştığını, bildik yönetsel mantıkların sınırlarını zorladığını söyleyebiliriz. Bu tür bir sınır aşımının ilk örneğini Erdoğan başbakan iken “her kürtaj Uludere’dir” diyerek kürtajı yasaklamak istediğinde gördük. Bu çıkıştan önce ve sonra da özellikle kadınların beden ve yaşamlarına dair yönetsel tasarrufların artışına tanık olduk. Bu bağlamda Diyanet yoluyla cinsiyet politikasının İslamileştirilmesi ve de idari aktörler ve muhtarlar gibi mikro düzeyde etkili aktörler yoluyla yaşamların düzenlenmeye çalışılması bu sürecin karakterini netleştiriyor. Ancak neyse ki bu baskıcı karakter netleştikçe ona yönelik itiraz ve hoşnutsuzluklar da giderek artıyor. Diyanet’in son ensest olayında gelen tepkiler üzerine geri adım atmaya zorlanması önemli bir gelişme.[i][ii]
Türkiye’de halihazırda var olan ve düzenli olarak kışkırtılan ideolojik gerilim (her ne kadar bu iki grubun içindeki bazı kesimler arasında Kürtlere dönük savaş konusunda bir ittifak sağlanmış olsa da) sekülerler ve İslamcılar arasında ilerliyor. Bu bağlamda, feminist politika açısından kritik bir konu sekülerlik. Müslüman kadınların baskı yaşadıkları dönemlerde, Müslüman kadınlarla feministler arasında ittifak kurma çabaları dönem dönem sekülerlik tartışmalarını tetiklemişti. Feministlerin nasıl bir sekülarizm istediği hâlâ önemini koruyan bir konu. Sizce demokratik bir sekülarizm tanımı nasıl olmalı? Feminizm bu tartışmaya nasıl bir katkı sunabilir?
Bu tartışma çok önemli bir tartışma ve feminizm bu tartışmaya çok önemli bir katkı sunabilir, böyle bir potansiyeli var ve bunu yapmak zorunda. Belki şu anda bunu başarmak zor görünebilir çünkü yükselen İslami-faşizan rejim tüm toplumu olduğu gibi kadınları da kendi aralarında kutuplaştırma etkisi yaratıyor. Örneğin feministlerin örtünme sorunu bağlamında gösterdikleri dayanışmanın benzeri bir zemin günümüzde dağılmış durumda. Ancak yine de bu durumdan, içine zorla sokulduğumuz bu cendereden çıkışın olanaklarını düşünmek ve bunu umut etmek zorundayız. Ve belki de her şey beklediğimizden daha hızlı ve beklenmedik biçimlerde değişebilir. Bunun için henüz çok yakın bir geçmişte feministlerin Müslüman-seküler ayrımının seküler bir tarzda aşılmasına katkı yaptığı ortam ve bağlamları hatırlamak ve hatırlatmak önemli. Örneğin Gezi’de böyle bir ortam oluşmuş ve feministler, Müslüman kadınlara karşı yapıldığı iddia edilen taciz vakalarına karşı yürüyüş yapmışlardı. Daha sonra da HDP sürecinde bir bütün olarak parti söylemi çerçevesinde Müslüman-seküler ayrımının seküler bir biçimde aşıldığını, en azından bu arzunun netleştiğini gördük ve bu söylemin oluşmasında feministlerin de büyük payı oldu. Zaten tam da AKP’nin 7 Haziran seçim hezimetinden sonra saptığı yörüngeyi böyle açıklamak mümkün. Tam da siyasi iktidarın söylemsel stratejilerinin boşa çıkarılması umudu yeşermeye başladığı içindir ki iktidar HDP’nin başarısını ve seçimlerin sonucunu hükümsüz kılarak ülkeyi savaşa ve yeni bir seçime zorlama yoluna gitti. O hâlde, içinde bulunduğumuz hâlden çıkmak için umudumuzu korumalıyız, daha çok yakın bir geçmişte görülen bir rüyaya inanmaya devam etmeli, benzerini tekrarlamayı umut etmeliyiz.
Ancak bunun için mevcut şiddet ortamından çıkarak barış ve demokrasiye yönelmek, en azından bu inancı kaybetmemek gerekiyor. Ne yazık ki mevcut şiddet, terör ve savaş ortamında sadece siyasi iktidar değil, başta PKK olmak üzere pek çok aktör şiddetten medet umuyor. Medet ummayanlar ise en azından verili şiddet ortamını ve savaşan tarafların savaşma iradelerini veri alıyor, sorgulanamayacak sert bir gerçek olarak kabul etmeye zorlanıyor. Son dönemdeki olaylarda genel olarak erkeklerin böyle düşünmeye daha yatkın olduklarını görüyorum. Böyle bir dönemde barış istemek safça, çocuksu ve feminen olarak görülüyor. Bu nedenle olacak, barış mücadelesinde kadınlar hep en önde. Feministler olarak, yaşama politik olarak değer veren kadınlar olarak ister terör, ister devrimci savaş, ister milliyetçi-etnik savaş olsun her türlü şiddete karşı çıkmalıyız. Şiddetin eril karakterini ve yarattığı ağır tahribatı hatırlatmalıyız, sadece başkalarının yaşamını değil, hep birlikte yaşarken kurduğumuz ortak bağları ve kendi yaşamlarımızı korumak için de şiddete ve savaşa karşı çıkmalıyız. Kimseye bizim adımıza öldürme hakkı ve yetkisi tanımamalıyız.
İçinde bulunduğumuz konjonktürde her tür demokrasi ve sekülerlik problemi savaşa bağlı olarak anlam kazanıyor ve demokrasi mücadelesinde antimilitarizm ve barış talebi özel bir önem ediniyor. Ancak elbette barış derken, bu militarist sürece nasıl evrildiğimizi anlamak gerekir ki barışı tesis edebilelim. Siyasi iktidarın dinsel hak söylemini arkasına alarak nasıl büyüklendiğini, nasıl toplumu din üzerinden bölerek güç kazandığını, sadece iç politikada değil, Ortadoğu ve Suriye politikasında nasıl mezhepçilikten medet umduğunu ve ülkeyi nasıl IŞİD için kolay zemin hâline getirdiğini söylemek gerekir. Ancak bunları söylemek, demokratik sekülarizmi tanımlamaya yetmez elbette. Sadece dinin bu düzeyde politikleşmesinin vahim sonuçlarına işaret eder. Demokratik bir sekülerlik üzerine daha derin düşünmeliyiz. Bu sorun hem ülkemiz hem bölge ve dünya siyaseti için ve insan medeniyetinin geleceği için çok önem kazandı. Her ikisine de ancak birbiriyle bağlantılı olarak var olabilecekleri yeni bir anlam kazandırmak çok acil ve hayati bir politik sorun olarak görünüyor. Ve her ikisinin özündeki insan, yaşam ve çoğulluk vurgusunu öne çıkarmak için feminist ve queer bir bakış açısının kiritik bir rol oynaması gerektiğini düşünüyorum.
Katkılarınız için çok teşekkür ederiz.
Teşekkür ederim.
[i] Konuyla ilgili olarak bkz: http://t24.com.tr/haber/diyanetten-enseste-fetvayla-ilgili-basin-aciklamasi,323442