Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği'nden Nurgül Öztürk ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide derneğin gençlik alanında başlattığı koruyucu-önleyici çalışmalardan biri olan "Ne Var Ne Yok?!" isimli projesi ve bu proje kapsamında eğitimin temel konularından biri olan eğitimde toplumsal cinsiyet konusunu tartıştık. Pilot çalışması 2016-2017 eğitim-öğretim döneminde İstanbul’da bulunan 7 farklı lisede gerçekleştirilen ve yaklaşık 3500 gence ulaşan proje ve gençlerin proje kapsamında ele aldıkları toplumsal cinsiyet, ayrımcılık, akran zorbalığı, sanal şiddet, güvenli ilişkiler, onay kavramı ve flört şiddeti konularındaki deneyimleri söyleşide ele alınmaktadır. Söyleşide eğitim müfredatında cinsel şiddet konusuna nasıl yer verilmesi gerektiği, okullarda gençlerle şiddetin farklı türlerine, güvenli ilişkilerin özelliklerine, onay kavramına ve sağlıklı kişisel sınırlara değinen çalışmalar yürütmenin önemi ve şiddet vakalarının önlenmesi için yapılabilecekler üzerinde durulmaktadır.
Türkiye’de cinsellik ve üreme/doğurganlık politikaları üzerine çalışan ve tartışmalar yürüten bir grup doktora öğrencisi ve doktora sonrası araştırmacı olarak farklı konferanslarda bir araya geldik. Birbirini tamamlayan araştırma konularımız üzerine yaptığımız sohbetleri genişleterek yazıya dökme fikri bu buluşmalarda ortaya çıktı. Söyleşinin kendisini kolektif bir bilgi üretimi ve bu bilgiyi kamusallaştırma pratiği olarak tasarladık. Söyleşimizde araştırma konularımızdan ve bu konuları nasıl seçtiğimizden başlayarak son dönemde Türkiye’de cinsellik, üreme/doğurganlık ve sağlık politikaları alanlarında karşımıza çıkan meseleleri masaya yatırdık. Vajinismustan “en az üç çocuk”un kimin için söylendiğine, birinci ve ikinci basamakta verilen sağlık hizmetlerindeki dönüşümlerden hizmetlere erişimde karşılaşılan eşitsizliklere, üremeye yardımcı teknolojilerin Türkiye sınırları içindeki farklı grup vatandaşlar tarafından nasıl deneyimlendiğinden bu sınırları aşan uygulamalarına kadar farklı noktalara değindik. Amacımız, politikanın tam merkezinde bulunan, üremeye ve cinsel sağlığa yönelik söylemler, kurumlar ve pratiklerle olan deneyimlerin çok yönlü boyutuna dikkat çekmek. Söyleşide tartışmaya açtığımız meselelerin başka sorular ve sohbetlere vesile olacağına inanarak konuştuklarımızı Feminist Yaklaşımlar aracılığı ile sizlerle paylaşıyoruz.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiği 2002 yılından beri eğitimde birçok yapısal değişikliğe başvurmuş ve ciddi tartışmalara neden olan müdahaleler gerçekleştirmiştir. Tartışılan AKP eğitim politikaları arasında sınav sisteminden müfredat içeriğine, okul kıyafetlerinden eğitimin özelleştirilmesine kadar birçok konu yer almaktadır. Bu yazıda son 15 yılda gerçekleşen birçok değişiklikten biri olan değerler eğitimi mercek altına alınmıştır. Yazı, değerler eğitiminin uygulanma şekli ve konfigüre edilişi ile eğitimde dinin nasıl daha çok vurgulandığını ve toplumsal cinsiyetin bundan nasıl etkilendiğini göstermeyi amaçlamaktadır. Yazı değerler eğitimi örneği üzerinden eğitimde pedagoji ve bilimsellikten uzaklaşıldığını göstermeyi hedeflemektedir.
Türkiye’de laikliğin belirleyici ilke olarak görünür bir şekilde eridiği, seküler alanların gittikçe daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde, kadın ve LGBT+ hakları çok ciddi düzeyde darbe alıyor. Serpil Sancar ile yaptığımız bu söyleşide içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürden hareketle, laiklik ve sekülarizm karşıtı politikalar ile cinsiyetçilik arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla sekülarizm ve laiklik ile feminizm arasındaki ilişkiyi ele aldık. Söyleşide sekülarizm ve laiklik terimlerinin Türkiye bağlamında/tarihselliğinde ne anlama geldiğini, Batı’da din ile devlet, siyaset, kamusal arasındaki ilişkileri tanımlamak üzere ne tür tartışmaların yapıldığını, bu tartışmaların Türkiye’deki süreci analiz etmeye katkı sunup sunmadığını tartıştık. Son olarak, laiklik konusunun Türkiye’de kadın hareketi içinde nasıl gündeme geldiğine, ne tür bir gerilim hattı oluşturduğuna değindik.
Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme sürecinin milliyetçilik aracılığıyla işlemeye başladığı aşamada oyunculuğa başlayan Afife Jale, Müslüman Türk kimliğini gizlemeden sahneye çıkan ilk kadın oyuncudur. Sahneye çıktığı yıllarda, Müslüman kadınların tiyatrocu olması kabul görmediği için resmi kovuşturmalara maruz kalmıştır. Afife Jale’nin kısa süren sanat yaşamı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına kadar uzanmış, fakat bu yeni dönemde Türk kadın oyuncular desteklenirken Afife Jale göz ardı edilmiştir.
Bu makale Afife Jale’nin sanat yaşamını ağırlıklı olarak modern milli tiyatronun kurumsallaşma hamleleri bağlamında ele almakta ama bu hamlelerle eş zamanlı işleyen kimlik –özellikle de ulusal kimlik ve kadın kimliği– inşa süreçlerine özel bir yer ayırmaktadır. Çünkü kendisine sırt çevrildiği dönemde Afife Jale, inşa edilmeye çalışılan modern kadın kimliği ile tam bir uyum içinde değildir. Bu anlamda Afife Jale’nin sanat hayatı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilmeye çalışılan tiyatrocu kadın kimliğinin niteliklerinin ve kadın özgürlüğünün sınırlarının görünür kılınmasına da katkıda bulunmaktadır.
Bugün Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da köklü değişimler yaşanıyor. Bugünün eğitim anlayışı, kadın-erkek eşitliğine şüpheyle bakan, fıtrata önem veren ve bilimsel ve akılcı yaklaşımları sınırlandıran bir düşünce sistemiyle şekillendiriliyor. Eğitim politikaları; müfredattan öğretilen değerlere, okul içi kültürden kıyafet ve davranış biçimlerine, kurumların yapısından kurum içi ilişkilere kadar yeniden biçim kazanıyor. Eğitim konusu ve sorunu genel olarak her dönem bir tartışma konusu olmakla beraber Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 yılından bugüne en temel ülke gündemlerinden birisi olmuş durumda. Bu yazı eğitim alanında yaşanan bu değişimi ve hedeflenen ‘dindar nesillerin’ eğitimdeki hangi araçlar ve uygulamalar üzerinden şekillendirildiğini ele alırken yaratılan kültürel iklimin etkileri hakkında bir tartışma açmayı amaçlıyor ve bilimsel bilgiyi merkeze alan, bireylerin daha özgür olacağı, cinsiyet eşitliğine, çeşitliliğe ve saygıya dayalı bir eğitim anlayışının olanakları üzerinde duruyor.
Türkiye’de eğitim alanı her daim tartışmalı bir konu oldu. Geç Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin modernleşme sürecinde kadınların eğitimine önem verildi. Eğitim hakkı, dönemin kadın hareketlerinin de önemli taleplerinden biriydi. Bu hakkın elde edilmesi kadınların toplumsal hayata katılmasına, kadın-erkek eşitliği fikrinin yaygınlaşmasına katkı sundu. Bugün ise eğitim alanı köklü değişikliklerden geçiyor. Bu değişiklikler kadın-erkek eşitliğine inanmadığını söyleyen, kadını ve çocuğu aile üzerinden tanımlayan ve dindar nesiller yetiştirmeyi hedefleyen bir iktidar tarafından şekillendiriliyor. Dergimizin bu sayısında eğitim alanında din, çiftdillilik, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi alanlarda çalışmalar yürüten Işık Tüzün ile görüştük. Eğitimin sisteminin geçirdiği dönüşümü kadın ve çocuk haklarına etkileri üzerinden tartıştık. 2016 yılının Aralık ayına kadar yaklaşık on yıl Eğitim Reformu Girişimi’nde çalışmış olan Işık Tüzün, o zamandan beri bağımsız danışman olarak görev yapıyor. Eğitim alanında çocuğu odağa alan politikaların nasıl geliştirilebileceği hakkında çalışmalar yürüten Işık Tüzün aynı zamanda KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin de üyesi.
Türkiye’deki kamusal tartışmalara birbiriyle çelişen iki farklı eğilim egemen oldu: Bir yanda Müslümanların ötekileştirilmesine ve mağduriyetine dair çatışmacı ifadeler, diğer yanda seküler alanlara yapılan saldırılar ve vatandaşlara yöneltilen tehditlere dair anlatılar vardı. Bu makalenin hedefi ‘seküler’ terimi ile ilişkili anlamlar öbeğini çözmek ve sekülarizmin siyasi kaderini analiz etmektir. Makale özellikle, hesap verme eksikliği, otoriterlik ve militarizme dair eleştirilerin neden ve nasıl sekülarizmin kendisine yönelik saldırılarla ilişkilendirildiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Sivil vatandaşlık nosyonlarının tarihsel yüzeyselliğinin, dinin seküler düzen tarafından araçsallaştırılması, İslamcı aktörlerin himayeci seçim politikalarının içine iyice yerleştirilmesi ve 1980’lerden bu yana devam eden neoliberal politikaları müteakiben İslami sermayenin güçlendirilmesi ile bütünleştiğini ileri sürmektedir. Makale, ‘seküler’ ve ‘İslami’ terimlerinin, kendi hegemonya ve iktidarlarını pekiştirme arayışlarında, çatışan siyasi aktörler tarafından seferber edilen boş gösterenlere ve mecazlara dönüştüğü sonucuna ulaşmaktadır.
Türkiye, son bir yıldır şiddetin her türünün güçlendiği, toplumsal sorunların çözümünde diyalog yerine siyasi veya askeri baskının hakim kılındığı, ifade özgürlüğü alanının gittikçe daraldığı, herkese nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir dönemden geçiyor. Bu ortamda kadınlara, çocuklara, LGBTİ'lere yönelen şiddet de farklı biçimler alarak tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. "Yeni Türkiye"de Cinsiyetçi Şiddet adlı yazı, ülkemizde son bir yılda yaşanan gelişmeleri kadın, çocuk ve LGBTİ hakları üzerinden değerlendiriyor.
Türkiye, Haziran seçimlerinin ardından, savaş ve fiili darbe koşullarının hâkim olduğu bir sürece girdi. Geçtiğimiz aylar boyunca hemen her gün ölüm haberleriyle güne başlar olduk. Bu dönem birçok açıdan 1990’lardaki şiddet ortamından ayrışıyor. Alev Özkazanç ile yaptığımız söyleşide içinde bulunduğumuz bu ‘yeni’ sürecin feminist bir perspektifle analizini yapabilmek için hangi parametrelerden hareket etmemiz gerektiğini, bu dönemin cinsiyet rejimi bağlamında ne tür değişikliklere karşılık geldiğini konuştuk.