Bu makalede Barış Anneleri bağlamında Türkiye’de annelik siyasetinin sınırları sorunsallaştırılmaktadır. Barış Anneleri İnisiyatifi’nde yer alan kadınların anlatılarına ve Türkiye’de kamusal alanda annelik üzerine üretilen söylemlere odaklanılarak, Türkiye’de anneliğin nasıl bir mücadele alanı olarak kurulduğuna bakılmaktadır. Makalede temel olarak Türkiye bağlamında annelik pratiğinin kadınları “makbul” ve “sözde” anneler olarak sınıflandırmaya yarayan bir araç olarak ortaya çıktığı gösterilmektedir. Türkiye’de anneliğin, vatanı ve milleti için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirmekle özdeşleştirildiği, bu tanıma uymayan annelerin ise annelik kategorisinden dışlandıkları öne sürülmektedir.
Moderatörlüğünü Prof. Dr. Nükhet Sirman’ın (Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü) yaptığı “Kampanyaları ve Tartışmaları ile 2007 Genel Seçimleri ve Sonrası” başlıklı sohbetimize Av. Fatma Benli (Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği- AKDER), milletvekili Sabahat Tuncel (DTP), Av. Eren Keskin (Gözaltında Cinsel ve Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu), Av. Hülya Gülbahar (Kadın Adayları Destekleme Derneği – KADER), Ayşe Tükrükçü (2007 genel seçimleri bağımsız milletvekili adayı) ve Zeynep Kutluata (Feminist Yaklaşımlar) katıldı. Seçim sürecinin ve sonrasının kadınlar açısından değerlendirildiği sohbette, ağırlıklı olarak seçim sürecinde kadınlar tarafından yürütülen kampanyalar ve yeni mecliste yer alan kadın milletvekillerinin birbirleriyle ve kadın hareketiyle ilişkisi üzerinde duruldu.
Yerinden edilme/zorunlu göçün, kadınlar ve erkekler için farklı deneyimleri ifade ettiği söylenebilir. Özellikle çatışmalardan kaynaklı zorunlu göç vakalarında kadınlar -sosyoekonomik olarak daha da güçsüzleşmenin yanı sıra- hukuk ve düzenin yerle bir olması nedeniyle daha fazla cinsel şiddete maruz kalma ihtimali ile karşı karşıyadır. Bu nedenle çatışmalardan kaynaklı zorunlu göç sürecinde yaşanan hak ihlallerinin tazminine ilişkin hukuki mekanizmaların ve sosyoekonomik yapının yeniden tesisini amaçlayan hükümet politikalarının toplumsal cinsiyet bileşenini dikkate alması gerekmektedir. Bu makale çerçevesinde, Türkiye’de ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bölgelerde özellikle 1990’lı yıllarda meydana gelen zorunlu göç süreçlerine ilişkin olarak 2001 sonrasında hükümet tarafından geliştirilen yasal ve idari mekanizmalar, toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alınmaktadır. Ülke içinde yerinden edilme ile ilgili mevzuatın oluşumuna kaynaklık eden tarihsel arka plan değerlendirilmekte, feminist hukuk metodolojileri ekseninde Türkiye’deki yasal ve idari mekanizmaların, toplumsal cinsiyet adaletini sağlama potansiyeli tartışılmaktadır.
1990’lı yıllarda güvenlik güçleri ile PKK arasındaki “düşük yoğunluklu savaş” 1,2-3 milyon arasında kişinin zorunlu olarak yerinden edilmesiyle sonuçlandı. Çok ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı bu dönemin geride bıraktığı sorunları çözme yönünde, son birkaç yıldır askıya alınan “demokratikleşme süreci”nde birtakım adımlar atılmış olsa da, Kürt sorununun kalbinde yatan bu meseleye kalıcı, adil, eşitlikçi ve demokratik bir çözüm oluşturmanın hâlâ çok uzağında olduğumuz ortada.
Bununla birlikte yakın dönemde K. Irak’a askeri operasyon ihtimalinin gündeme gelmesi, “terörle mücadele söylemi” altında, aslında kozmetik olan ama ileriye dönük olarak umut veren reform sürecinin kızağa çekilmesi ve hatta tersyüz edilmesi, son derece kaygı verici gelişmeler olarak kaydedilebilir. OHAL’i yeniden hatırlatırcasına Siirt, Şırnak ve Hakkari’nin “Özel Güvenlik Bölgesi” ilan edilmesi, köy korucularının sayısının 30 binden 40 bine çıkartılması ve ek haklar getirilerek özendirilmesi, şehit cenazeleri üzerinden operasyona zemin hazırlanması ve etnik ayrımcılığın toplumsal olarak kışkırtılması maalesef verilebilecek sayısız örnekten birkaçını oluşturuyor.
Biz de zorunlu göç ve çatışma süreçlerinin kadınları nasıl mağdur ettiğini tartışmaya açmak üzere DİKASUM (Diyarbakır Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) koordinatörü Handan Coşkun ile aralık ayında yaptığımız ve mayıs ayında internet üzerinden güncellediğimiz söyleşiyi sayfalarımıza taşıyoruz. DİKASUM, Diyarbakır Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren ve kadınların bu süreç içinde ortaya çıkan gereksinimlerine ve taleplerine yanıt oluşturmaya çalışan bir kadın kuruluşu. Bu söyleşiden de çıkarsanabileceği gibi, zorunlu göç sürecinin geride bıraktığı yaralar henüz bu kadar tazeyken, son dönemde yaşanan kaygı verici gelişmelerin bu kez ciddi bir kırılmaya yol açacağı gerçeğinden hareketle barışa kadınlar olarak sahip çıkmamızın daha da önem kazandığı söylenebilir.
Nükhet Sirman, Kürtlerle Dans başlıklı yazısında ekranların popüler dizisi Sıla’yı ele alıyor. Sirman’a göre “Sıla”, Kürtler ve Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı coğrafyayı oryantalist bir perspektiften ekrana taşırken Kürt kimliğini erotize ediyor, bir yandan lanetleyip bir yandan yücelterek ötekileştiriliyor. Dizinin kadınların ezilmişliğini gündeme getirme gibi bir iddiası olduğu düşünülürse “törenin çıkmazında yaşanan aşk”ın “Sıla”daki temsili toplumsal cinsiyeti etnik ayrımcılığın bir aracı haline getiriyor.