Türkiye’deki askeri vesayet rejiminin şu dönemki hedeflerinden biri olan AKP, hem bu sürece verdiği tepkide hem de –DTP gibi– aynı rejimin hedef aldığı diğer odaklarla ortak tavır almak konusunda sınıfta kalmış görünüyor. Bunun da ötesinde, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere karşı kullanılan şiddet, AKP’nin, en hafif deyimle, antidemokratikliğinin somut örneklerinden sadece bir tanesi. Demokratikliğinin sınırları belirli bir partinin kamusal alanda izlediği muhafazakâr çizginin, özel alana ilişkin politikalara da yansıması kaçınılmaz.
İsrailli barış aktivisti Rela Mazali, bir feminist ve asker annesi olarak kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı bu makalede, İsrail’in militarize devlet ve toplum yapısının, ordu eylemlerinden doğrudan zarar gören asker ebeveynlerini ordu ve devletle nasıl işbirliği yapmaya yönlendirdiğini anlatıyor. Asker ebeveynlerinin, çocuklarının zorunlu askerlik hizmeti süresince yaşadıkları korku, ebeveynlerin askerlere zarar geleceği endişesiyle işgal politikalarına ses çıkarmalarını engelliyor. Bir yandan da İsrailliler, ülkelerinin sürekli güvenlik tehdidi altında olduğunu iddia eden egemen söyleme karşı çıktıklarında, kendilerini klandan dışlanmış ve toplumun güvenliğine zarar vermiş hissettikleri için, sessizliği ve işbirliğini tercih ediyor. Rela Mazali, barış hareketine mensup muhalif ebeveynlerin bile söz konusu olan kendi çocukları olunca, bu işbirliğine dahil olduklarını ve ortaya çıkan çelişkiyi anlatıyor. Türkçe çeviri için yazdığı önsözde ise yazar, İsrail’de vicdani ret hareketinin son on yılda gösterdiği gelişimi ve ordunun mutlak kabul edilen varlığının daha geniş bir kesim tarafından sorgulanmaya başlandığını anlatırken, İsrailli feministlerin militarizm karşıtı faaliyetlerine de değiniyor.
Sara Ruddick, “Barış Kadını: Feminist bir Yorum” başlıklı makalesinde üç farklı kadın figürüne atıfta bulunarak barış kadınına dair bir çerçeve sunmaktadır: Acının temsilcileri –gözü yaşlı anneler- mater dolorosa, savaşa ve savaş politikalarına dair mesafeli duruşlarıyla dış göz pozisyonundaki kadınlar ve uzlaştırıcılar. Bu üç kimlik, Sara’nın hayalini kurduğu barış kadını kimliğini inşa ederken değerlendirdiği, ortaklıkları ve farklılıklarıyla beraber sorguladığı kadın figürleridir. Barış kadını, hayalini kurduğu barış ortamını inşa etmek için her türlü mücadele yollarını denemekte ısrarcıdır ve bu anlamda en temel görevi savaşma pratiğinin kendisini sorgulamak olacaktır. Sara’nın sözleriyle: “Kadınların kendileri ve onların kızları, savaşın birebir hedefidir: Onlar tecavüzün, cinsel aşağılamanın, kökten bir şekilde toplumsal yerinden edilmenin, kalıcı sakatlanmaların ve cinayetin kurbanlarıdır.” Bu anlamda anne, eş, sevgili ve haz nesnesi olarak savaşa her anlamda destek vermesi beklenen kadınların var olan eril yapıya karşı çıkışları ve kendilerine atfedilen “kadınlık” rollerini sorgulamaları feminist bir görev olarak tanımlanacaktır.
Yerel yönetimler 2005 yılında 5366 sayılı yasayla, önemli bir özerklik elde etti. Yerel yönetimlerin, merkezden özerkleşmesi, halkı yönetime katıp karar süreçlerine dahil ederek daha demokratik bir yapıya kavuşması özlemi içinde olan pek çoğumuz için bu yasanın sonuçları –belki de henüz çok farkında olmadığımız ölçüde- hayal kırıklığı taşıyor. Büyükşehir belediyeleri, artık “çöküntü” olarak tabir edilen yerleşim yerlerini dönüştürme, yeniden yapılandırma yetkisine sahip ki bu yetki, pek de “katılımcı demokrasi” örneği göstermiyor. Yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren İstanbul başta olmak üzere, Ankara, Zonguldak ve İzmit’te “kentsel dönüşüm projeleri” hayata geçirilmeye başlandı. Çöküntü alanı olarak tanımlanan yerleşimlerde, çoğunluğu yoksul olan ev sahipleri ve kiracılar evlerinden edildiler. Direnenler, çeşitli yıldırma politikalarıyla “ikna edilmeye” çalışıldı. Keyfiyet ve kanunsuzluk içerisinde gerçekleştirilen, “çöküntü alanlarının sakinlerini projenin herhangi bir sürecine dahil etme gereği duymayan belediyeler “çok daha derin bir projenin” provasını yapıyorlar aslında. Şehirlerin stratejik, canlı ve kâr getirecek yerlerini varlıklı kesimin yaşam alanı haline getirmek, beyaz Türklerin “kültürel/etnik” Ötekilerini görünmez kılma stratejileri ile neoliberal değerlerin örtüştüğü söylemin tezahürü.
Kentsel dönüşüm alanlarının tamamında, evlerinden edilen gruplar içerisinde Çingeneler/Romanlar¹ büyük çoğunluğu oluşturuyor. Kentsel dönüşümün kamuoyu gündemine oturması da zaten Bizans döneminden beri Çingene/Roman yerleşimi olan Sulukule’de Sulukule Roman Derneği ve Sulukule Platformu tarafından, belediyeye ve kentsel dönüşüm piyasasından “rant elde etmeye çalışan” üçüncü şahıslara karşı bir direnişin örgütlenmesiyle mümkün oldu. İstanbul’da kentsel dönüşümün uygulanmaya başlandığı yerler Sulukule’yle sınırlı da değil, ne yazık ki… Küçükbakkalköy, Kâğıthane, Gaziosmanpaşa ve Kuştepe de “çöküntü” alanı olarak tanımlanıp yıkımların başladığı, yine büyük çoğunluğu Çingene/Roman olan mahalle sakinlerinin mağdur edildiği ve Sulukule kadar görünür hale gelmemiş diğer yerleşimler.
Feminist Yaklaşımlar olarak aylardır, Sulukule’de Sulukulelilerle birlikte kentsel dönüşüm projesinin uygulanma şekline ve yarattığı sonuçlara çeşitli kampanyalarla direniş gösteren Sulukule Platformu’ndan iki kadın aktivist Hacer Foggo ve Neşe Ozan’la görüştük. Yıkımlardan, Sulukule Platformu’nun yapısından, Türkiye genelinde Çingene/Romanların sorunlarından konuştuk. Sulukuleli kadınların iktidarın farklı şiddet biçimlerine dair yaşadıkları travmalar ve direniş biçimleri, yaşadıkları dönüşümler de konuşmamızın önemli noktaları arasındaydı. Bu verimli sohbetin ardından, Cihangir’den kalkıp Sulukule’ye vardığımızda acı, boğazımızda düğümlendi. Kahvede somurtkan ve çaresiz halde oturan erkekler, umursamaz neşelerini kaybetmiş çocuklar ve sessiz, çok sessiz kadınlar vardı bir önceki gün bir yıkımın daha vurduğu Sulukule’de.
Hacer ve Neşe, Sulukuleli kadınlar için yapılacak, yazılacak çok şey olduğunu; yıkımların bu gündemi biraz geride tuttuğunu anlattılar.
Yazıda, Anayasal din ve vicdan özgürlüğü, salt inanç, düşünce ve hareket özgürlüğünün bir uzantısı olarak ele alınan türban takma eyleminin sınırlanıp sınırlanamayacağı ele alınmıştır. Bu alanda normatif-etik bir çerçeveden yola çıkarak Anayasal düzleme ulaşan değerlendirmeler, özellikle üniversitelerde türbanın yasaklanamayacağı fikrini savunmaktadır. Bu çerçevede türban sorunu, öncelikle, laiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğü arasındaki sosyolojik çatışmaya işaret eden önemli başlıklardan biri olarak ele alınmış ve türban takmanın hangi özgürlük olduğunun saptanmasının zorluğuna değinilmiştir. Türbanın yerine göre hem “oluş biçimi ve hareket özgürlüğü”, hem de düşünce ve inanç özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve dini vecibeleri yerine getirme özgürlüğü bağlamında değerlendirilebileceği belirtildikten sonra başörtüsü veya türbanın çarşaftan farkı ortaya konulmuştur. Türbanın yasaklanması çerçevesinde “onlar iktidarda olsalar bizim özgürlüklerimizi daha da sınırlarlar” yaklaşımının gerekçe olamayacağı; türban takanın saikinin, sandığımız kadar önemli olamayacağı; türban takmayanın tepkisel hislerinin türbanın yasaklamasına gerekçe olamayacağı; kamu hizmetinden yararlanan öğrenciler söz konusu olduğunda yasağın gerekçelendirilmesinin son derece güç bir hal aldığı; teokrasi tehlikesi gözetilerek türbanın yasaklanması konusunda türban takmanın teokratik düzene geçmek tehlikesi bakımından son derece soyut ve belirsiz bir konumda kaldığı savlanmıştır. Yazıda, “türbanlının türban takmaya mecbur bırakıldığı” savı ve kadın haklarını koruma gerekçesi ile türbanın yasaklanması konuları da liberal bireyci seçim özgürlüğünü açısından değerlendirilmiştir. Başörtüsünün yasaklanmasını, öğretmenlerin başörtüsü açısından da ele yazıda, özellikle Federal Alman Anayasa Mahkemesi kararlarının bu soruna yaklaşımına değinilmiştir. Bu çerçevede Türk Anayasa Mahkemesi’nin ilk yaklaşımları ile Batı Avrupa Anayasa Mahkemeleri ve Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin yaklaşımları arasındaki bazı çarpıcı farklar ortaya konulmuştur. Türban ve kamusal alan tartışması, “salt devlet nüfuzunun egemen olmadığı sivil toplum alanları çerçevesinde düşünce ve bilim özgürlüğünün azami koruma görmesi gereken bir ortam olarak üniversite” fikri açısından ele alınmıştır. Son olarak “bir rejim tanımı olarak laiklik ve türban” başlığı altında Anayasal değerlendirmelerde bulunulmuş ve yeni türban serbestisi değerlendirilmiştir.
Bu makalede Laura Mulvey’in 1975’te ünlü sinema dergisi Screen’de yayımladığı ve feminist sinema eleştirisinde önemli bir adım olarak kabul edilen “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” başlıklı yazısında ortaya attığı eril bakış kavramı kullanılarak iki 12 Mart romanı incelenmektedir. Mulvey’in bu yazısında kıyasıya eleştirdiği bakma hiyerarşilerini Pınar Kür’ün 1976’da yayımlanan ilk romanı Yarın Yarın ile Emine Işınsu (Öksüz)’nun 1974’te yayımlanan romanı Sancı’dan yola çıkarak ele aldığımızda, 12 Mart’ın politik kamplaşma ve çatışma ortamında yazılan bu iki anlatıda erkek roman kişilerinin bakış konusunda bir yetkinlik ile donatıldığını görürüz. Bu yetkinlik, tıpkı Mulvey’in öngördüğü gibi, seyredilen kadının değersizleştirilmesi, cezalandırılması, kurtarılması veya fetişe dönüştürülerek tehlikelerinden arındırılması üzerine kurulu bir bakma konumu yaratmaktadır. Yarın Yarın ve Sancı, bireylerin kişisel mutlulukları ile ideolojik adanmışlıkları arasında yaşadıkları gerilimden hareketle, birey olmanın anlamını sorgular ve bu sorgulamada aşkın yerini tartışırlar. Her iki romanda da olayların akışını belirleyen, öyküye istekleri ve edimleri ile yön veren erkek karakterler ve benliklerini yaşamlarındaki erkeklerin bakışlarına ve arzularına teslim eden kadın karakterler bulunmaktadır. Yarın Yarın ve Sancı’nın kadınların bakışın öznesi de olabileceklerini bir anıştırma ile geçiştirmeleri ve her iki romanın sonunda bu tip kadınların içine düştüğü derin mutsuzluk ve acizlik, eril bakışın üstünlüğünü vurgular. Bu makale, eril bakışın yetkinliği ve üstünlüğü tartışmasından yola çıkarak, farklı politik görüşlere mensup iki kadın yazar tarafından yazılan Yarın Yarın ve Sancı’da kadınların erkeklerin gözünden nasıl kaydedildiğini incelemeyi, kadınların bakış hiyerarşisindeki yerlerini tanımlamayı ve bu anlatılardan toplumsal cinsiyet rollerine içkin güç dinamiklerini belirginleştiren ipuçları yakalamayı amaçlamaktadır.
Şair ilk kitabı Rüzgâr Dolu Konaklar’da,
Mavi dövmeleri
Ve bitmek bilmez yasların çürük izleriyle
Durup ateşe bakıyorlar
Rüzgâr estiğinde hepsi ürperiyor
Göğüsleri değiyor toprağa… diye anlatıyordu kadınları
O ilk kitaptan bugüne uzun zaman geçti, başka kitaplar, başka şiirler ve o başka şiirlerden başka kadınlar geçti.
Tanrı Görmesin Harflerimi, Onun Çölünde, Ayın Büyüttüğü Oğullar kitaplarında, çocuk, tanrıça, eş, şair, anne, ölüm, kız, kız kardeş ve tanrının duvarında bir harf oldu kadınlar.
Hangi surette olursa olsunlar, o kadınlar hem bu andan ve bu yerden seslenen, hem de çok uzak bir başlangıçtan bilgece fısıldayan kadınlardı.
Geçtiğimiz günlerde son kitabı İbrahim’in Beni Terketmesi gelince, Hacer’den bir sesleniş aradık dizelerde. Duyduğumuz dinsel olmaktan uzak bir ayinin ritmi oldu, aracısız bir hac, kendine ait bir miraç…
…
Gece bir sesin çağırdığı kadın
Göğe çekilmek için yürüdüğünde
Onu ezecek olan dişleridir zamanın
Onu ezecek olan duanın ve tapınmanın
Yaklaştırdığı Tanrıdır
…
Bejan Matur’la şiir, kadın, dil ve militarizm üzerine konuştuk.
Sözcükleri soyut ve somut diye ayırmayı öğrendik dilbilgisi derslerinde. Nedense gözle görülen, elle tutulan nesnelerin adı denen somut sözcüklere hemen "masa" örneği verilirdi hep. Bir de ayrılmaz ikilisi "sandalye". Soyut olanların o bildik tanımında ise "duygu ve düşünceleri anlatan sözcüklerin adıdır" denilirdi, yalnızlık gibi örneğin.
122 yıllık geçmişe sahip Getronagan Lisesi, 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile çalışmalarını sürdüren azınlık okulları arasında. Okulda toplam 27 kadın ve 13 erkek eğitimci çalışıyor. Söyleşimize katılan 6 kadın eğitimcinin kendi pratiklerinden hareketle azınlık okullarının koşullarını, kurulan ortamı, karşılaşılan sorunları ve alternatif arayışlarını konuştuk. Bu konuların birçoğu toplumsal cinsiyetin yanı sıra milliyetçilik ve ayrımcılık gibi temaları da içeren bir şekilde gündeme geldi.
bell hooks’un Teaching to Transgress kitabının başlığı Türkçeye “Sınırları Aşmayı Öğretmek” şeklinde çevrilebilir; ancak daha doğru bir çeviri “Haddini Aşmayı Öğretmek” şeklinde olacaktır. Bu kitabın giriş bölümünü oluşturan bu makale “haddini bilmesi gereken” kesime, başta eğitimde olmak üzere hayatın her alanında “haddi bildirilenlere” her şeyden çok hadlerini aşmayı öğretmenin ne kadar önemli olduğunu ve politik bir sorumluluk getirdiğini vurguluyor. bell hooks’un kendi öğrencilik ve öğretmenlik deneyimleri üzerinden devrimci bir eğitim anlayışı geliştirmenin yollarını araştırdığı bu makalesi, hem öğrenciler hem öğretmenler hem de kendini muhalif olarak konumlandıranlar için heyecan verici ve teşvik edici bir soru soruyor: Eğitim ideolojik bir aygıt olmanın ötesinde nasıl özgürleştirici olabilir?