Yaz aylarının sıcağını geride bıraktığımız bu sonbahar günlerinde barış ve özgürlük mücadelesi veren kadınların gündemleri yakıcılığını koruyor. Dergimizin bir önceki sayısını yayınladığımız Haziran ayından bugüne Türkiye gündeminde önemli gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor: Barış süreci, kalekollar, Suriye sınırına inşa edilen duvarlar… Gezi eylemleri sonrası park forumları, Gezi eylemlerine katılanlara açılan davalar, “kızlı erkekli” işlenen “suçlar”, dava tehditleri, can kayıpları… demokrasi paketi, kadın istihdamı paketi…
Nükhet Sirman bu yazıda Medeni Yıldırım'ın öldürülmesinden sonra, Barış İçin Kadın Girişimi'nin bir üyesi olarak ziyaret ettiği Lice'deki gözlemlerini paylaşıyor. Silahların sustuğu, çatışmanın durulduğu bir zamanda bile şiddetin bitmediğini kalekollar ve bölgedeki halkın, özellikle de kadınların gündelik yaşamı üzerinden anlatıyor. Sirman, Lice deneyimi aracılığıyla şiddetin gündelik hâlini, sıradanlığını ve yaşamın her alanına nasıl yayıldığını resmediyor. Kalekolun etrafında şekillenen hayatlara tanık olmadan bölge halkının bu yapılara tepkisini anlamanın mümkün olmadığına işaret ediyor.
Zülal Nazan Üstündağ, bu makalesinde barış/çözüm sürecine referansla, AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış ve çözüm konusunda nasıl ve hangi alanlar üzerinden farklılaştıklarını anlatıyor. Geçtiğimiz dönemde açıklanan demokrasi paketinin anadil konusunu, kadınların, yoksulların, Müslüman olmayanların sorunlarını ve gündemlerini ele alış biçimiyle sorunlu olduğunu ve çözüm sürecini zora soktuğunu söyleyen Üstündağ, bu paketin aynı zamanda AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış ve çözüm anlayışları arasındaki farka da işaret ettiğini belirtiyor. Yazıda bu farkın kendini belli ettiği şu üç alandan bahsediliyor: Batı ve Güney Kürdistan’ı da kapsayacak şekilde ortaya çıkan Kürt Ortadoğu siyaseti ile AKP’nin “model” olmak üzerinden geliştirdiği dış siyaset; cinsiyet mücadelesi anlayışındaki derin uçurum ve iktisadi ve toplumsal yapılanmada kendini gösteren farklı projeler.
Sherene Seikaly bu makalede Mısır'daki olayları "halk" kavramı etrafında yürüyen tartışmalar üzerinden inceliyor. Seikaly bazen oy kullanabilecek kadar eğitimli görülmeyen insanlar için kullanılan, korku ve nefret nesnesi olarak kurulan, bazen de devrimin kahramanları olarak gösterilen "halk" kavramının içinin nasıl doldurulduğunun, dönemsel olarak kimin bu kavramın içine dahil edilip kimin edilmediğinin iktidarların muhafazası için nasıl merkezi olduğunu Mısır örneği aracılığıyla sorguluyor. Seikaly halk egemenliğinin özgürlükçü bir şekilde yeniden düşünülmesi için sömürgeci, liberal, İslamcı ve laik söylemler arasındaki ortaklıkların incelenmesinin elzem olduğunu vurguluyor.
Akademi ile sosyal hareketlerin ilişkisi akademinin iktidar pozisyonu dolayısıyla sosyal hareketlerin sözünü ikinci planda bırakabilecek bir güç dengesizliği üzerine kurulu olduğu için, sosyal hareketler tarafından temkinle yaklaşılacak unsurları da içinde barındırıyor. Bu güç dengesizliğinden sosyal hareketleri de güçlendirebilecek bir ortaklık çıkarabilmenin, sosyal hareketlerin araştırma kapasitelerinin artırılması ve araştırma gündemlerinin sosyal hareketlerle akademi diyalogu neticesinde oluşturulması ile mümkün olabileceği düşüncesindeyiz. Bu düşünceden hareketle çalışmalarını sürdüren Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPOD) Akademik Çalışmalar Grubu, 14 Eylül tarihinde Beyoğlu Aynalı Geçit Salonu’nda “LGBTİ Çalışmalarına Sosyal Haklar Yaklaşımı Getirmek” başlıklı bir toplantı gerçekleştirdi. Bu değerlendirme makalesinde bizler bahsi geçen toplantı dahilinde yürütülen tartışmaları, gündeme gelen araştırma önerilerini ve bu önerilere dair dile getirilen görüşleri kendi gözümüzden ve kendi değerlendirmelerimizle okuyucularla paylaşmayı amaçlıyoruz. Umudumuz bu değerlendirme makalesinin ülkemizde LGBTİ çalışmalarını sosyal haklar yaklaşımı içerisinden ya da bu yaklaşımı da içerecek bir yaklaşımla çalışmak isteyenler için kullanışlı fikirler içermesidir.
Joan W. Scott, Batı’nın “kurtuluş” söylemini masaya yatırdığı bu makalesinde, Batı’nın yeni “öteki”si Müslümanların bu söylem içinde nasıl konumlandırıldıklarını ve bunun üzerinden üretilen eşitlik ve özgürlük anlayışını tartışıyor. Batı medeniyeti bakış açısına göre bu “evrensel” medeniyete dahil olmaya aday olan ötekilerin farklılıklarından “kurtulmaları/kurtarılmaları” gerekiyor. Bu bakış açısı Müslüman kadınları “cinsel anlamda bastırılmış”, Batılı kadınları ise “cinsel anlamda özgürleşmiş” olarak resmederek kadınları ikili karşıtlık ilişkisi içine hapsediyor. Aynı bakış açısı cinsel özgürlüğü kurtuluşun yegâne kriteri olarak sunuyor. Scott, Batı’nın kurtuluş söyleminin araçsallaştırdığı bu cinsel özgürlük anlayışının örttüğü eşitsizliklere işaret ederken cinsellik söyleminin piyasa ve iktidar ilişkileri içindeki konumlanışını çözümlüyor.
Dünyanın önde gelen kuramcılarından biri olan Judith Butler Cinsiyet Belası ve Anlamlanan Bedenler gibi çok bilinen çalışmalarıyla, toplumsal cinsiyet, cinsellik, öznellik ve faillik gibi meseleleri düşünme biçimlerimizi temelinden sarsmıştır. Biyolojik cinsiyetin toplumsal inşası ve toplumsal cinsiyetin performatif doğası üzerine yaptığı tartışmalar yalnızca hegemonik toplumsal cinsiyet anlayışlarına meydan okumamış, aynı zamanda feminist kuramın ve siyasetin de radikal bir şekilde yeniden düşünülmesini gerekli kılmıştır. Butler, Kırılgan Hayat adlı kitabında kırılganlık, güvencesizlik ve yas kavramlarını masaya yatırarak 11 Eylül sonrası siyaseti irdeledi. Butler’ın çalışmaları, savaşın nasıl da insan/insan olmayan, yası tutulabilir hayatlar/yası hak etmeyen hayatlar gibi ayrımlar üzerine kurulduğunu gözler önüne serdi. Butler ile geçtiğimiz eylül ayında “Kırılganlığı ve Direnci Yeniden Düşünmek: Feminizm ve Toplumsal Değişim” adlı atölye çalışması için geldiği ve o dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde “Toplanma Özgürlüğü veya Kim Bu Halk?” başlıklı açık bir seminer verdiği İstanbul’da buluşma fırsatı bulduk. Birlikte geçirdiğimiz bir saat boyunca kırılganlık meselesi ve bu meselenin feminist siyaset ve son dönem işgal hareketleri ile ilişkisi üzerine konuştuk. Sohbetimizde Gezi Parkı ve Occupy (İşgal et) hareketleri örneklerinde de gördüğümüz halk meclisleri deneyimlerinin egemenlik, siyasi faillik ve meşruiyet gibi kavramlar üzerindeki olası etkilerini tartıştık. Butler’a göre, bu yeni siyaset yapma şekilleri yalnızca “epistemik” bir kırılma sağlamak ve herkese yeni bir siyasi umut getirmekle kalmıyor, “halk” mefhumunu ve onunla ilişkili olarak üzerinden örgütlendiğimiz ve aramızda eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış olan kırılganlıklarımızı yeniden düşünmemize de zemin sunuyor. Bu söyleşide Butler, kendiliğinden oluşan meclisler ile kendini gösteren yeni siyaset yapma biçimlerini yorumluyor ve aynı zamanda tüm bu gelişmelerin gücünü sandıktan ve polis şiddetinden alan devlet egemenliği bağlamında üretilen “kabul edilmiş karamsarlıklarımıza” nasıl meydan okuduğunun altını çiziyor.