Türkiye, dergimizin bir önceki sayısının yayımlandığı haziran ayından sonra, şiddetin ve hak ihlallerinin dozunun giderek arttığı bir döneme girdi: İktidarın Dolmabahçe mutabakatının artık geçerli olmadığını ifade etmesiyle birlikte barış süreci de kendi deyimleriyle ‘buzdolabına’ kaldırıldı. Bu karar PKK ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki ateşkesin bitmesinden ibaret değildi, şiddetin, olağanüstü hâllerin ve hukuksuzluğun gündeliği belirleyen bir hâle gelmesiydi aynı zamanda. Yasını tutmaya yetişemediğimiz ölüm haberleriyle baş başa kaldık bir anda. Kobane’yle dayanışmak isteyen gençler Suruç’ta patlayan bombayla katledildi. Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı Şırnak, Diyarbakır, Hakkari gibi pek çok il “özel güvenlik bölgesi” ilan edilirken, bölgedeki sivillerin yaşam hakları yok sayıldı. Ülke genelinde HDP binalarına ve çeşitli işletmelere, örgütlü güruhlar ırkçı saldırılarda bulundu, onlarca bina ve işyeri kolluk kuvvetlerinin ve tüm toplumun gözü önünde yakıldı, yağmalandı, ev baskınlarıyla özellikle Alevi mahallelerine gözdağı verildi. En son 24 yaşındaki Dilek Doğan da bu baskınlardan birinde polise “ayakkabılarınızı çıkarın” dediği için vuruldu. Hayatta kalanların/kalabilenlerin maruz kaldıkları hak ihlalleri bir yana, ölülerin hakları dahi ayaklar altına alındı. Militer erkeklik, öldürmenin ötesine geçip, katledilen bedenleri insanlık dışı güç gösterilerinin aracı hâline getirdi: Ekin Wan’ın teşhir edilen bedeni, buzdolabında gömülmeyi bekleyen Cemile Çağırga, zırhlı polis aracının arkasında sürüklenen Hacı Lokman Birlik…. Tüm bunlara karşı “İnadına Barış!” demek için Ankara’da sokağa dökülen insanlar ise Türkiye tarihinin en kanlı katliamlarından biriyle karşı karşıya kaldı. Bu katliamı kınamak ve ölenleri anmak için bir futbol maçında yapılmak istenilen saygı duruşunun ıslık ve tekbirle protesto edilmesi ise toplumsal kırılmanın, nefretin ve acılardaki ayrışmanın keskinliğini gözler önüne serdi.
28 Haziran Pazar günü biz de pek çok insan gibi Onur Yürüyüşü’ne gitmek için hazırlandık, heyecanla İstiklal’e geldik. Her şey çok “normal” seyrediyor, yürüyüş başlamadan caddede tur atıyoruz, sağda solda sokaklara üşüşmüş kırmızı yelekli polisler gözümüze çarpıyor, elbette. Sonra belediye otobüsleri dikkatimizi çekiyor, vali bizi “after party”ye kadar taşıyacakmış diye dalga geçiyoruz. Çünkü o kadar eminiz ki artık normalleşen polis müdahalesinin, “normal”e meydan okuyan Onur Yürüyüşü'nde gerçekleşmeyeceğinden! Elimizde fotoğraf makinesi, tepeden birkaç güzel poz yakalayabilme umuduyla bir kafenin terasına yerleşiyoruz.
Biz bu sayıyı hazırlarken çok şey oldu.
Paris’te Charlie Hebdo’ya sabah saatlerinde iki İslamcı militan tarafından saldırı düzenlendi; on iki dergi çalışanı öldürüldü. Bu katliamla aynı dönemde Nijerya’da Boko Haram örgütü Baga kasabasına saldırdı ve en az iki bin kişiyi katletti; sokakların cesetlerle dolu olduğu haber bültenlerinde nakledildi. Danimarka’da ifade özgürlüğü konulu bir toplantıya silahlı saldırı düzenlendi, özgürlükler ülkesi ABD’de geçtiğimiz yazdan bu yana siyahlar güvenlik güçleri tarafından ‘daha güvenli bir Amerika için’ öldürüldü. Kobanê, 134 gün süren direnişin ardından IŞİD saldırılarından kurtuldu ancak Ortadoğu’daki istikrarsız ortam varlığını korudu; yüz binlerce Ezidi, Süryani, Arap ve Kürt yerinden yurdundan oldu. Eren Keskin 2005 yılında yaptığı bir konuşma gerekçesiyle TCK’nin akıllara zarar 301. maddesinden on yıl hapse mahkûm edildi. Pınar Selek müebbetle yargılandığı davadan dördüncü kez beraat etti, savcı ise kararı beşinci kez temyiz etti. Barış görüşmeleri devam etti; heyetler bir İmralı’ya gitti bir Kandil’le görüştü. Hükümetin önerisi olan iç güvenlik yasa tasarısı “kamu güvenliğinden taviz vermeyiz” nidaları eşliğinde yasalaştı. Artık hiç olmadığımız kadar güvendeyiz!
Barışa giden yol savaş suçlarıyla yüzleşerek yaşanan acıların sonuçlarının hafifletilmesinden ve adalet duygusunun tesis edilmesinden geçiyorsa bunun ilk duraklarından biri Cumartesi Anneleri’nin adalet arayışıdır. Cumartesi Anneleri, 1995 yılından beri gözaltında kaybedilen ya da faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının hesabını sormaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde İstiklal Caddesi Cumartesi Anneleri’ni 500. kez ağırladı. Onlar adalet ararken katiller ve cinayetleri azmettirenler aramızda yaşamaya devam ediyor. Devleti yönetenler bu katilleri açıklamayı reddediyor ve savaş suçları karşısında kendilerini korumayı sürdürüyorlar.
Suriye iç savaşının yarattığı yıkım ve tahribat Türkiye’deki yaşamın da önemli bir parçası. Çünkü savaştan kaçan yüzbinlerce Suriyelinin yaşadığı ülkelerden biri de Türkiye. Devletin resmi kampları, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde belediyelerin açtığı kamplar Suriyeli, Şengalli, Kobaneli savaş mağdurlarına tesis edildi. Kamplarda kalamayan insanlar ise Türkiye’nin pek çok iline dağılmış durumda. Savaşın neden olduğu tahribat, psikolojik yıkım ve yoksulluk karşısında geliştirilen dayanışmanın güçlenmesi ve sürdürülebilirliği göçmenlerin hayatlarına devam edebilmeleri için oldukça önemli bir yerde duruyor. Araştırmacı, yazar Nurcan Baysal, göçmenler üzerindeki savaşın etkilerini hafifletmek için mücadele eden aktivistlerden biri. Ağırlıklı olarak Diyarbakır ve Urfa’daki belediyenin açtığı kamplarda çalışma yürüten Nurcan Baysal ile Türkiye’deki Ezidi ve Kobanêli göçmenlerin durumu, yaşam koşulları üzerine bir söyleşi yaptık. Bu söyleşide Nurcan Baysal, savaş mağdurlarının yaşamlarına devam edebilmeleri için toplumsal dayanışmanın gerekliliğinin altını çiziyor ve Türkiye’de sivil toplumun ve resmi kurumların geliştirdiği politikaları eleştirel bir gözle değerlendiriyor.
Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi’nin 23. sayısını, savaşların ve sınır tanımaz kâr hırsının hüküm sürmediği bir dünyada yaşama özlemini bizlere hatırlatan önemli gelişmeler eşliğinde yayına hazırladık.
Türkiye gündemi hızla ve keskin olaylarla, süreçlerle değişiyor. Bizler, Gezi ve sonrasındaki eylemleri, park forumlarını, yerel seçimleri, barış sürecini tartışıp bu alanlara hem feminist müdahalelerde bulunma hem de feminist analizlerle bu süreçleri anlama çabası içindeyken, 17 Aralık’la birlikte Türkiye’de yüksek siyaset mecrasının, deyim yerindeyse, kirli çamaşırları ortaya döküldü. Dilimize yerleşmiş olan “devletin malı deniz…” ifadesini de göz önüne alacak olursak, bu “kirliliklerin” iktidara ilişkin tarihsel bir bilgi olarak yerelde zaten mevcut olduğunu biliyoruz. Bugün gündeme gelen yolsuzluk vakalarını Türkiye siyasi ve ekonomik tarihinde bir “sapma” olarak değerlendirmek güç. Yolsuzluğun Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını, kapitalizme içkin bir pratik olduğunu biliyoruz ve katılımcı ekonomik modeller ve özgürlükçü demokratik siyası yapılar kurmadığımız sürece yolsuzluk olgusu hayatımızın bir parçası olmaya devam edecek. Ancak ifşa edilen vakalar, denetim mekanizmalarının neredeyse tamamen ortadan kalktığını ve yolsuzluğun rutin bir pratiğe dönüştüğünü gösteriyor. Ayrıca, yılların birikimi olduğu görülen ve “vakti gelince” ortaya çıkarılan “tapeler” de yalnızca yolsuzluk skandallarını dökmekle kalmadı, basına ve yargıya yapılan müdahaleleri de açığa çıkardı. İşin trajik kısmı ise iktidar bu ses kayıtlarının bir kısmını meşru konuşmalar olarak sahiplendi. Tüm bunlar demokratik bir sistemin minimum kriterlerindenbile ne kadar uzağa düştüğümüzü gösteriyor.
Yaz aylarının sıcağını geride bıraktığımız bu sonbahar günlerinde barış ve özgürlük mücadelesi veren kadınların gündemleri yakıcılığını koruyor. Dergimizin bir önceki sayısını yayınladığımız Haziran ayından bugüne Türkiye gündeminde önemli gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor: Barış süreci, kalekollar, Suriye sınırına inşa edilen duvarlar… Gezi eylemleri sonrası park forumları, Gezi eylemlerine katılanlara açılan davalar, “kızlı erkekli” işlenen “suçlar”, dava tehditleri, can kayıpları… demokrasi paketi, kadın istihdamı paketi…
Feminist Yaklaşımlar’ı yayına hazırlamakta hiç bu kadar zorlandığımızı hatırlamıyoruz. Şubat ayında yayımladığımız son sayımızdan bu yana öylesine önemli gelişmeler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor ki… Öncelikle, Türkiye’nin son otuz beş yılına damgasını vuran iç savaşa dair “silahların susması ve can kayıplarının sona ermesi” için müzakere süreci başladı ve yeni bir dönemin başlayacağına dair ciddi bir umut kapısı aralandı. Elbette ki on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği, nicelerinin yerlerinden edildiği bir iç savaş öyle kolay kolay sonlanamaz ve barış bir anda tesis edilemez. Hele de cezaevine konulan öğrenciler, gazeteciler, sendika çalışanları, avukatlar, kadın hareketi aktivistleri Kürt siyasetçiler, milletvekilleri, belediye başkanları ve daha pek çoklarının davaları henüz sonuçlanmamış ve yeni gözaltılar da yaşanıyorken. Fakat sıcak savaşa ara verilmesinin ve barış sürecinin gündeme gelmesinin başlı başına umut verici olduğu çok açık. Geçmişte defalarca denenen ve her defasında hüsranla sonuçlanan müzakerelerin bu sefer nasıl ilerleyeceği, hükümetin demokratikleşme yönünde ne tür adımlar atacağı ve belki de en önemlisi barışın toplumsallaştırılması sürecine Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan tüm insanlardan ne tür tepkiler veya katkılar geleceği tartışılmaları ise halen devam ediyor.
2013’ün 8 Mart arifesinde sizlere 19. sayımızla “Merhaba” diyoruz. Bu sayımızı yayına hazırladığımız günlerde, Feminist Yaklaşımlar kadrosu olarak sadece dergimizi değil aynı zamanda başka bir yayını da Türkiyeli okurla paylaşmanın heyecanını yaşadık. Akademik özgürlük, sekülarizm ve akademik bir disiplin olarak tarih üzerine yazdığı çeşitli makalelerine dergimizin önceki sayılarında yer verdiğimiz feminist yazar, entelektüel ve aktivist tarihçi Joan W. Scott’un dergimizde daha önce yayımlanmış iki makalesi ile Türkiye’de ilk defa yayımlanan bazı makalelerinden oluşan Feminist Tarihinin Peşinde adlı kitabı raflardaki yerini aldı. Bu kitabı yayına hazırlama süreci bizim için sadece bir derleme süreci değil aynı zamanda bir öğrenme ve hatırlama süreci de oldu. Yalnızca feminist tarihçiliğe ya da feminizm tarihçiliğine dair bir kavrayış değildi edindiğimiz; verili kabul ettiğimiz ya da sırasında sorgulamayı unuttuğumuz kavram, kuram ve inceleme yöntemlerini tekrar gözden geçirme fırsatımız oldu. Umuyoruz ki Feminist Tarihinin Peşinde, Türkiye’deki feminist çevreler ve feminist çalışmalarla ilgilenen kesimler için de faydalı ve heyecan verici olur.