Bu yazıda, farklı kuşaklardan üç yazarın, babalarının ölümünden sonra farklı edebi türlerde yazdıkları metinlerinden yola çıkarak babanın açtığı yaralar, baba ile hesaplaşma/uzlaşma ve yazarlık konumu tartışılıyor. Bu doğrultuda, Orhan Kemal’in Baba Evi romanı, Oğuz Atay’ın “Babama Mektup” öyküsü ve Orhan Pamuk’un başta İstanbul Hatıralar ve Şehir olmak üzere kurgu dışı metinleri ele alınıyor. Yeni kuşak yazarlar açısından “baba” yazar konumunda görülen bu üç yazarın otobiyografik nitelikteki metinleri üzerinden baba ile hesaplaşmanın ne ölçüde sağlandığı, bu hesaplaşmanın sonucunda varılan uzlaşının niteliği ve bu hesaplaşma/uzlaşma anlatılarının yazarların yazarlık anlayışı ile bağlantısı karşılaştırmalı biçimde inceleniyor.
Father Wound: Masculinity, Reconciliation and Authorship
This article discusses the wounds inflicted by the father, reckoning/reconciliation with the father and the authorship position based on texts written in different genres by authors from different generations after their fathers' death. In this respect, Orhan Kemal's novel Baba Evi [Father’s House], Oğuz Atay's story “Babama Mektup” [Letter to My Father] and Orhan Pamuk's non-fiction texts, especially Istanbul Memories and the City, are examined. Through comparative reading of autobiographical texts of these three authors, who are seen as the "fathers of literature” by the new generation of writers, the extent of the reckoning with the father, the nature of the reconciliation after this reckoning, and the connection of these reckoning/reconciliation narratives with the authors' understanding of authorship are analyzed.
Sosi Antikacıoğlu Geçmişimden Sesler ve Renkler adlı kitabında “kocaman bir çınar ağacı” olarak gözünde canlandırdığı geniş aile ağacının hikâyesini, bu “aile ağacının dallarından birinin ucunda” da kendi yaşamöyküsünü anlatıyor. Ailesinin üç kuşak öncesine kadar giden yaşamöyküsünün anlatıldığı kitapta 1880’li yıllardan günümüze kadarki tarihsel süreç arka planda yer alıyor. Bu metin halen günümüzde de süregiden “azınlıklaştırıcı” politikalar ve inkâr rejimi içinde Ermeni olmaya, Ermeni bir kadın olmaya dair çoksesli bir anlatı oluşturuyor. Yazarın yaşamöyküsü babaannesinin, anneannesinin, annesinin, eşinin babaannesinin hayatta kalma öykülerini dillendirerek anlatılabiliyor. Geçmişin üzerindeki perdeyi kaldırmaya niyetli bu metin geleceği hayal etme imkânı sunuyor.
Arundhati Roy, 1998’de yazdığı ve birçok ödül aldığı ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan yirmi yıl sonra ikinci romanı Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nı yazdı. Bu romanını “dünyanın karmaşasını ve psikozlu halini” ne kadar yansıtabileceğine dair bir deney olarak tanımlayan Arundhati Roy bu iki kurgusal metin arasında yazdığı kurgusal olmayan metinlerinde dünyanın toplumsal, tarihsel ve siyasi karmaşasını yansıttı. Mutlak Mutluluk Bakanlığı da özel olarak Hindistan’ın, genel olarak dünyanın bu karmaşık süreçlerini arka planında yansıtan bir metin. Bu arka plan üzerine, parçalanmış hikâyeleri bir şekilde birbiriyle birleşen farklı karakterlerin hayatlarına odaklanan 475 sayfalık anlatı kurgulanmış. Bu anlatı kendisini modern seküler bir devlet olarak konumlandıran Hindistan’ın hiç de seküler olmayan tarihini ve devletin din temelli baskı politikalarını arka planda sunarken bu karmaşa içinde kendi hayatlarını kurmaya çalışan karakterlerin parçalanmış hikâyelerinden bütünlüklü bir hikâye oluşturmuş. Bu makale, Arundhati Roy’un Mutlak Mutluluk Bakanlığı adlı romanının baskıcı olmayan bir seküler zihniyet ve kamusal/özel alan tahayyülünün “birlikte iyi yaşayabilmek” bağlamında sunduğu olasılıkları ve açtığı imkânları tartışmaya odaklanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle romanda ortaya konan ve eleştirilen devlet söylemi ve politikası olarak sekülarizm ve bunun yarattığı karmaşa ve çatışma ortamının romana nasıl yansıdığı tartışılacaktır. İkinci aşamada ise romanda dinsel olanla dünyevi olanın, kamusal ile özelin muğlaklaşmasının ve bir çeşit “dünyevi normalliğe” ulaşmanın mekân üzerinden ve söylemsel olarak nasıl baskıcı olmayan bir seküler düşünce oluşturduğu ve bu düşüncenin stratejik kullanımının birlikte “iyi” yaşamaya dair sunduğu imkânlar değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal’ın 1971’de girdiği ve sekiz ay kaldığı tutukevi deneyimini anlatan bir kitap. Yazar kendi deneyimi üzerinden 12 Mart askeri darbesini ve dönemin Türkiye’sini anlatıyor ve bu baskı ortamının farklı veçhelerini sunuyor. Kitap, bu nedenle edebiyat tarihinde 12 Mart Edebiyatı’nın tipik bir örneği olarak kendine yer bulmuş. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu ikinci kez okuduğumda Sevgi Soysal’ı “12 Mart yazarı” olarak sınırlandırmak kadar metni de sadece “12 Mart metni” olarak değerlendirmenin büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Metni bugün tekrar okurken aklımda ister istemez günümüzdeki benzer baskı mekanizmalarına dair sorular belirdi. Sonra da bu soruların cevaplarını bulmaya çalışarak tekrar okudum metni. Kuşkusuz, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu bu soruların cevaplarından fazlasını veriyor, her şeyden öte her türlü baskıya karşı durmanın ipuçlarını sunuyor. Metnin sağladığı arzu ve cüretle bu kitabı farklı bir okuma ve yorumlama biçimiyle sunmak istedim. Bir edebiyat okuru ve eleştirmeni olarak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun yazarı Sevgi Soysal’la kurgusal bir söyleşi yaptım. Bu söyleşide soruların cevapları doğrudan metinden alınmış olup çok ufak değişiklikler ve eklemeler yapılmıştır.
Gündemdeki kentsel dönüşüm projelerince ıslah edilmesi öngörülen kimi mekânlar bizlere modern kentin “çağdışı” yüzü olarak sunuluyor. Gecekondu olarak nitelendirilen bu mekânlar merkezden bakıldığında moderniteden, bu mekânların sakinleri de özne olmaktan uzak olarak görülüyor. Böyle bir bakışla özellikle kültür başkenti ilan edilmiş İstanbul’da görünmez kılınmaya çalışılan, kendine ait kültürü inkâr edilen mekânları gördükçe günümüzden yirmi altı yıl önce yazılmış da olsa Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nı hatırlamakta fayda var. Gecekonduyu bir dekor olmaktan çıkararak “içerden” bir bakış sunan bu metin, mekânın öznelliğine dair düşünmemizi olanaklı kılıyor.
Ensest, başka bir ifade ile kandaşla cinsel ilişki, çoğu zaman aile içi cinsel şiddetin bir biçimi olarak yaşanır. Kimsenin kendi ailesine ve toplumuna yakıştıramadığı için söz edilmesi bile adeta tabulaşmış olan bu şiddet biçimi, bireysel ve toplumsal travmaların kaynağını oluşturur. Bu makale, bu travmaların kurgusal metinlere yansımasını tartışmaktadır. Bu tartışma farklı dönemlere ait üç kadın romancının metinleri (Sevgi Soysal- Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), Ayşe Özmen- Sen Gülerken (2002) ve Elif Şafak- Baba ve Piç (2005)) üzerinden yürütülmektedir. Bu metinlerde ensestin yarattığı travma; bu travmalara maruz kalan kadın karakterler ve yazarların ürettikleri kadın kimlikleri karşılaştırılmakta ve bu çerçevede bir yakın okuma yapılmaktadır.