Arundhati Roy, 1998’de yazdığı ve birçok ödül aldığı ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan yirmi yıl sonra ikinci romanı Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nı yazdı. Bu romanını “dünyanın karmaşasını ve psikozlu halini” ne kadar yansıtabileceğine dair bir deney olarak tanımlayan Arundhati Roy bu iki kurgusal metin arasında yazdığı kurgusal olmayan metinlerinde dünyanın toplumsal, tarihsel ve siyasi karmaşasını yansıttı. Mutlak Mutluluk Bakanlığı da özel olarak Hindistan’ın, genel olarak dünyanın bu karmaşık süreçlerini arka planında yansıtan bir metin. Bu arka plan üzerine, parçalanmış hikâyeleri bir şekilde birbiriyle birleşen farklı karakterlerin hayatlarına odaklanan 475 sayfalık anlatı kurgulanmış. Bu anlatı kendisini modern seküler bir devlet olarak konumlandıran Hindistan’ın hiç de seküler olmayan tarihini ve devletin din temelli baskı politikalarını arka planda sunarken bu karmaşa içinde kendi hayatlarını kurmaya çalışan karakterlerin parçalanmış hikâyelerinden bütünlüklü bir hikâye oluşturmuş. Bu makale, Arundhati Roy’un Mutlak Mutluluk Bakanlığı adlı romanının baskıcı olmayan bir seküler zihniyet ve kamusal/özel alan tahayyülünün “birlikte iyi yaşayabilmek” bağlamında sunduğu olasılıkları ve açtığı imkânları tartışmaya odaklanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle romanda ortaya konan ve eleştirilen devlet söylemi ve politikası olarak sekülarizm ve bunun yarattığı karmaşa ve çatışma ortamının romana nasıl yansıdığı tartışılacaktır. İkinci aşamada ise romanda dinsel olanla dünyevi olanın, kamusal ile özelin muğlaklaşmasının ve bir çeşit “dünyevi normalliğe” ulaşmanın mekân üzerinden ve söylemsel olarak nasıl baskıcı olmayan bir seküler düşünce oluşturduğu ve bu düşüncenin stratejik kullanımının birlikte “iyi” yaşamaya dair sunduğu imkânlar değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Türkiye’de laikliğin belirleyici ilke olarak görünür bir şekilde eridiği, seküler alanların gittikçe daraldığı bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde, kadın ve LGBT+ hakları çok ciddi düzeyde darbe alıyor. Serpil Sancar ile yaptığımız bu söyleşide içinde bulunduğumuz siyasi konjonktürden hareketle, laiklik ve sekülarizm karşıtı politikalar ile cinsiyetçilik arasındaki ilişkiyi, dolayısıyla sekülarizm ve laiklik ile feminizm arasındaki ilişkiyi ele aldık. Söyleşide sekülarizm ve laiklik terimlerinin Türkiye bağlamında/tarihselliğinde ne anlama geldiğini, Batı’da din ile devlet, siyaset, kamusal arasındaki ilişkileri tanımlamak üzere ne tür tartışmaların yapıldığını, bu tartışmaların Türkiye’deki süreci analiz etmeye katkı sunup sunmadığını tartıştık. Son olarak, laiklik konusunun Türkiye’de kadın hareketi içinde nasıl gündeme geldiğine, ne tür bir gerilim hattı oluşturduğuna değindik.
Bugün Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da köklü değişimler yaşanıyor. Bugünün eğitim anlayışı, kadın-erkek eşitliğine şüpheyle bakan, fıtrata önem veren ve bilimsel ve akılcı yaklaşımları sınırlandıran bir düşünce sistemiyle şekillendiriliyor. Eğitim politikaları; müfredattan öğretilen değerlere, okul içi kültürden kıyafet ve davranış biçimlerine, kurumların yapısından kurum içi ilişkilere kadar yeniden biçim kazanıyor. Eğitim konusu ve sorunu genel olarak her dönem bir tartışma konusu olmakla beraber Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 yılından bugüne en temel ülke gündemlerinden birisi olmuş durumda. Bu yazı eğitim alanında yaşanan bu değişimi ve hedeflenen ‘dindar nesillerin’ eğitimdeki hangi araçlar ve uygulamalar üzerinden şekillendirildiğini ele alırken yaratılan kültürel iklimin etkileri hakkında bir tartışma açmayı amaçlıyor ve bilimsel bilgiyi merkeze alan, bireylerin daha özgür olacağı, cinsiyet eşitliğine, çeşitliliğe ve saygıya dayalı bir eğitim anlayışının olanakları üzerinde duruyor.
Türkiye’deki kamusal tartışmalara birbiriyle çelişen iki farklı eğilim egemen oldu: Bir yanda Müslümanların ötekileştirilmesine ve mağduriyetine dair çatışmacı ifadeler, diğer yanda seküler alanlara yapılan saldırılar ve vatandaşlara yöneltilen tehditlere dair anlatılar vardı. Bu makalenin hedefi ‘seküler’ terimi ile ilişkili anlamlar öbeğini çözmek ve sekülarizmin siyasi kaderini analiz etmektir. Makale özellikle, hesap verme eksikliği, otoriterlik ve militarizme dair eleştirilerin neden ve nasıl sekülarizmin kendisine yönelik saldırılarla ilişkilendirildiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Sivil vatandaşlık nosyonlarının tarihsel yüzeyselliğinin, dinin seküler düzen tarafından araçsallaştırılması, İslamcı aktörlerin himayeci seçim politikalarının içine iyice yerleştirilmesi ve 1980’lerden bu yana devam eden neoliberal politikaları müteakiben İslami sermayenin güçlendirilmesi ile bütünleştiğini ileri sürmektedir. Makale, ‘seküler’ ve ‘İslami’ terimlerinin, kendi hegemonya ve iktidarlarını pekiştirme arayışlarında, çatışan siyasi aktörler tarafından seferber edilen boş gösterenlere ve mecazlara dönüştüğü sonucuna ulaşmaktadır.
Sekülarizm ve onun feminizmle ilişkisine dair yerleşik düşüncelerin sorgulanması ihtiyacı; “medeniyetler çatışması” tezinin artan hâkimiyeti, postmodern eleştirinin Aydınlanma akılcılığı eleştirisini din sorularını dahil edecek şekilde genişletmesi ve başlı başına “sekülerleşme tezi” eleştirisi gibi birçok gelişmeyle birlikte artmıştır. Kadınların eşitlik talepleri ile dinin talepleri arasındaki çatışmalar, tüm bölgelerde ve tüm büyük dinlere göre belgelenmiştir. İslam’ın Avrupa’daki varlığına dair süregiden ahlaki paniğin, Müslüman kadınların kıyafetlerinin denetlenmesiyle ilgili kaygılarla belirginleşmesi bize din, kültür ve devlet ilişkisinde kadınların ve toplumsal cinsiyete dayalı güç ilişkilerinin merkeziliğini hatırlatıyor. Seküler-dindar ikili karşıtlığının postmodern ve diğer eleştirilerine ek olarak günümüzde sosyolojik çalışmaların çoğu modernizasyonu sekülerleşme ile eşitlemeye karşı çıkıyor. Bu makale, bu gelişmelerin politik feminist düşünce ve pratiğe yönelik itirazlarına odaklanıyor. Baskıcı olmayan feminist tepkilerin, demokratik, çokkültürlü toplumlarda normatif bir ilke olan sekülarizmle yeni bir eleştirel bağlılık içine girmesi gerektiğini iddia ediyor. Okuru bu süreçle ilgili bilgilendirmek üzere yazar, feminist bilgi üretiminin, din sosyolojisinin ve siyaset kuramının farklı alanlarındaki tartışmalarının haritasını çıkarıyor ve bu tartışmalara gönderme yapıyor. Feminizm, din ve siyasetin kesişimindeki entelektüel alanı oluşturan temel felsefi gelenekleri ve fay hatlarını iki geniş grup altında topluyor: Aydınlanmacı din eleştirisinin feminist eleştirisi ve Aydınlanma geleneğinin eleştirel kıyılarındaki feminist bilgi üretimi. Yazar, bu alandaki feminist tartışmaların parçalanmış doğasına rağmen farklı politik yaklaşımların arasında ortak bir temelin oluştuğunu savunuyor: Hepsi de sekülarizmi, neo-seküler çağda özgürleştirci bir niyetle yeniden tanımlayabilmek için en geniş söylemsel çerçeve olarak “demokrasi”ye ve onu destekleyen değerlere vurgu yapıyor.