Aile baskıcı bir mekanizma mıdır? Özgürleştirici bir aile tanımı mümkün müdür? Kurulan alternatif yakınlıkların aileye benzetilmesi aileye dair hangi deneyimlerin altını çizer, hangilerini siler? Aslı Zengin makalede bu soruların yanıtını trans kadınların hikâyeleri üzerinden tartışıyor, aile kavramının trans kadınlar bağlamındaki anlamlarına ve işlevlerine odaklanıyor. Üyeleri arasında sevgi, şefkat, ilgi, bakım, denetim ve baskı gibi birbirinden farklı ilişkileri içinde barındıran bir kurum olarak ailenin trans kadınlar arasındaki tezahürlerini ölüm ve yaşam bağlamında sorguluyor. Makale boyunca trans kadınların hayat hikâyelerinde ailenin hangi aşamalarda ortaya çıktığının izini sürerek ailenin imkânlarına ve sınırlarına dikkat çekiyor.
İran son yıllarda, cinsiyet değiştirmenin kavramsallaştırılmasına ve cinsiyet değiştirme süreçlerinde uygulanan standartlara dair radikal dönüşümlere tanıklık ediyor. Psikologlar, doktorlar, hukukçular, kanun uygulayıcıları ve fıkıh âlimleri cinsiyet değişiminin önerilebilirliği (doktorlar ve hukukçular arasındaki tartışmalarda) ve izin verilebilirliği (fıkıh âlimleri arasındaki tartışmalarda) hakkında tartışıyorlar. Bu makale, jins/tür kavramının tarihsel dönüşümlerinin bu tartışmaları nasıl beslediği ve günümüzdeki egemen kavram ve uygulamaları nasıl biçimlendirdiği sorularını soruyor. Nasıl oldu da jins cinsiyet anlamına geldi ve bu neden önemlidir? Makale öncelikle bu yeniden yapılandırmanın tarihsel soykütüğünün haritasını çıkarıyor. 19. yüzyıl ve öncesindeki kavramlardan hangileri cinsiyet/jins etrafındaki bu kümelenmenin birbirinden farklı öncülleri olarak kabul edilebilir? Makale daha sonra jins’in güncel anlamlarına katkıda bulunan geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl evlilik pratiklerine ve biyomedikal bilgiye dair değişimleri gözden geçiriyor.
Bo Laurent bu makalede zoru başarıyor ve interseks sorunlarını queer teorinin alanına taşıyor. Doğuştan muğlak cinsel organlar ile ortaya çıkan interseks durumların tıbbi yönetiminin genel bir değerlendirmesini sunuyor, kendi interseks otobiyografisini anlatıyor, Intersex Society of North America’nın [Kuzey Amerika İnterseks Topluluğu] ortaya çıkışını inceliyor ve “kadın sünneti” üzerine Batılı feminist söylemleri analiz ediyor.
Laurent, kişisel etik tercih ve kişinin kendi bedeni üzerindeki kontrol hakkının korunmasına yaptıkları özgürlükçü vurguda ortak olmaları sebebiyle interseks, trans ve cinsel yönelim aktivizmlerinin çok yakından bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Her iki bin bireyden birinin çeşitli derecelerde interseks olarak doğması gerçeğine rağmen, interseksüelliği hemen hemen görünmez ve büyük oranda bilinmez kılan kültürel süreçleri etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor. Chase, kendileri adına karar vermek için henüz çok küçük olan interseks çocuklara yapılan rızaya dayalı olmayan genital ameliyatların sonlandırılmasına dair gerekçelerini ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor. Bu ameliyatların neredeyse her zaman tıbben gereksiz olduğunu, genellikle cinsel fonksiyonlara zarar verdiğini ve büyük oranda “kız” ya da “erkek” olarak sınıflandırılamayan bebek bedenlerin insanlığını kabul edemeyen veya onlarla bağ kuramayan aileleri ve doktorları rahatlatmak için yapıldığını savunuyor. Ayrıca, bugün var olan tıbbi uygulamaların cinsiyetli beden şekillerinin doğal çeşitliliğini tamamen ortadan kaldırdığı ve kültürel olarak inşa edilmiş erkek/dişi ikiliğini dayatmak için bir neşterin sivri ucunu kullandıklarını söylüyor. Ardından, “Afrikalı” genital kesmeye ilişkin feminist öfkenin çoğu ırkçı ve sömürgeci temellerini açığa çıkararak, interseks bireyler üzerinde uygulanan tıbbileştirilmiş genital kesme hakkındaki sağır eden sessizliğe dair çok ciddi bir eleştiri getiriyor.
Laurent’in makalesinde değinilmeyen tek bir soru interseksüelliğin, eğer tıbbi müdahale olmaksızın var olmasına izin verilseydi, yeni bir azınlık kimliği formunu doğurup doğurmayacağı ya da cinsel kimlik kategorilerini tümden alaşağı etmesine katkı sunup sunmayacağıdır.
Gündelik yaşamda kendi pratiklerimize uzak kavramlara bakışımız, örtük olarak bize dayatılanlardan ne kadar bağımsızdır? Taleplerimizi toplum hayatında herkesin yer bulabilmesi için, "her şeye rağmen" istemekte miyiz yoksa düşünce dünyamızı geleneksel düşünce kalıpları içinde şekillendirip önyargıları ve yadsımayı yeniden ürettiğimizin farkına dahi varmadan sorgulanmamış aktivizmimizle, ne idüğü belirsiz bir özgürlüğü herkes için istediğimizi mi iddia ediyoruz?
Elinizdeki yazı, toplumun çoğunluğunca inkar edilen, kabul edenlerince makbulleştirilmeye çalışılan LGBTI bireyleri anlamak adına yazılmış, öznel bir sorgulama, sesli bir düşünce jimlastiğinin metinleştirilmiş halidir.
Gündelik hayatımızda LGBTI bireylere dair tanıklıklarımız son derece kısıtlı ve gerçekliğinden oldukça koparılmış halde. LGBTI bireylerle toplumsal alanda hiç temas etmemiş biri için LGBTI olmak ya köklü bir nefret ve homofobi duyacak şekilde kodlanıyor ya da LGBTI olmak tüm zorluğundan koparılarak karikatürize ediliyor.
Bu sebeple bu yazı kendi tanıklığımdan yola çıkarak; yadsıdığımız, kabul etme cesaretini gösterdiğimizde ise oldukça samimiyetsiz davrandığımız LGBTI bireyleri anlamak adına, hataları ve iyi yanları ile ve halen sorgulamaya devam ederek geliştirilmeye çalışılan bir empatiyi iddiasız ve içten bir dille dile getirmiştir.
1990’ların başlarında filizlenen LGBT hareketi, mücadele pratiğine farklı yöntemleri katarak ilerleyen bir toplumsal hareket oldu. 1990’larda devlet ve medya, aile vb. heteroseksist kurumlar ile ilişkilenmeyi reddeden birçok aktivist, 2000’lerle beraber, devlet ile anlaşmayı kabul eden, hak ve vatandaşlık düzleminde bir politikayı benimsediler. Bu yazı, LGBT hareketinin politik perspektif ve taleplerindeki değişimi inceleyerek, hem bugünkü haklar söyleminin bir tarihselliği olduğunu söylüyor hem de başka alternatifleri ve bunların sınırlarını düşünüyor. Haklar söyleminin temelinde, harekete katılan bireylerin mücadele pratiklerini zenginleştirmesinin, devletin LGBT derneklerine açtığı davaların hareketteki izdüşümünün, Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylık sürecinin ve aktivistlerin mücadele pratiklerini performatif bir alanda konumlandırmalarının yattığını savunuyor.
Anayasal düzeyde varoluşunun tanınmadığı, Türkiye’deki mevcut siyasi partilerin çok azıyla ve kısıtlı bir ilişki içerisinde bulunan lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseksler (LGBTİ) toplum tarafından hâlâ hastalıklı olarak algılanmakta ve bu konu konuşulmaya çekinilen konulardan biri olmaya devam etmektedir. Buna karşın her geçen yıl daha fazla büyüyen ve destek gören LGBTİ hareketi, 20 yıllık tarihinin her noktasında bir varoluş mücadelesi verirken, gasp edilen haklarının farkına varıp bunların iade edilmesi için taleplerde bulunmaya başladığı noktadan itibaren siyasi özne olarak da kendisini inşa etmeye başlamıştır.[i] Gezi Direnişi sürecindeki rolü ile birlikte çeşitli toplumsal kesimler tarafından da lgbti’lerin yer almadığı bir siyasetin eksik olacağı artık kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra, Gezi sonrasında kent üzerine artan tartışmalar LGBTİ hakları alanında emek veren aktivistleri bu alanda geçmişte başlatılan fakat devam ettirilemeyen çalışmalara tekrar başlamak ve geliştirmek konusunda teşvik etmiştir. Yaklaşan 2014 Yerel Seçimleri ile birlikte LGBTİ hareketi yerel yönetimlerle önceden kuramadığı kalıcı ve dönüştürücü ilişkiyi nasıl kurabileceği üzerine de düşünmeye başlamıştır. Bu makale, “evinizde ne yapıyorsanız yapın ama sokakta ben eşcinselim diye dolaşmayın” denerek yatak odasına hapsedilen ve bir tabu olarak toplumda yer edinen lgbti hakları meselesinin, 90’lı yılların başında bu alandaki örgütlü hareketin doğuşuyla birlikte bir insan hakları meselesi olarak toplumun daha geniş kesimleri tarafından kabul edilme serüvenini konu edinmektedir. Bu sürecin bir parçası olarak karşımıza çıkan 2014 Yerel Seçimleri ve yerel yönetimlerde lgbti politikaları inşasının bir analizine de LGBTİ hareketinde yapılan güncel tartışmaları ve hareketin gelmiş olduğu noktayı kavrayabilmek açısından yer verilmiştir.
Akademi ile sosyal hareketlerin ilişkisi akademinin iktidar pozisyonu dolayısıyla sosyal hareketlerin sözünü ikinci planda bırakabilecek bir güç dengesizliği üzerine kurulu olduğu için, sosyal hareketler tarafından temkinle yaklaşılacak unsurları da içinde barındırıyor. Bu güç dengesizliğinden sosyal hareketleri de güçlendirebilecek bir ortaklık çıkarabilmenin, sosyal hareketlerin araştırma kapasitelerinin artırılması ve araştırma gündemlerinin sosyal hareketlerle akademi diyalogu neticesinde oluşturulması ile mümkün olabileceği düşüncesindeyiz. Bu düşünceden hareketle çalışmalarını sürdüren Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPOD) Akademik Çalışmalar Grubu, 14 Eylül tarihinde Beyoğlu Aynalı Geçit Salonu’nda “LGBTİ Çalışmalarına Sosyal Haklar Yaklaşımı Getirmek” başlıklı bir toplantı gerçekleştirdi. Bu değerlendirme makalesinde bizler bahsi geçen toplantı dahilinde yürütülen tartışmaları, gündeme gelen araştırma önerilerini ve bu önerilere dair dile getirilen görüşleri kendi gözümüzden ve kendi değerlendirmelerimizle okuyucularla paylaşmayı amaçlıyoruz. Umudumuz bu değerlendirme makalesinin ülkemizde LGBTİ çalışmalarını sosyal haklar yaklaşımı içerisinden ya da bu yaklaşımı da içerecek bir yaklaşımla çalışmak isteyenler için kullanışlı fikirler içermesidir.
Heteronormatif mekânın kültürel, sosyal ve politik olarak yeniden üretimi lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin altkültür oluşturmasını da beraberinde getiriyor. Cinsel kimlikleri nedeniyle damgalanmaya uğrayan söz konusu bireyler, kendilerine ait alanlar açarak heteronormatif mekâna belirli bir mesafe alabiliyor. Bireyin ‘cemaat’ ile ilişki kurmasını sağlayan bu alanlar, eşcinsel altkültürünün oluşumunda ve dönüşümünde ne gibi dinamiklerin etkili olduğunu göstermeleri açısından da önem taşıyor. Performatif bir mekân olan eşcinsel sahne, farklı eşcinselliklerin aynı mekân içerisinde ya da farklı mekânlarda yeniden üretildiği, sosyalleştiği yerler olarak şehir mekânına dağılıyor. Doğu Durgun, bu yazısında İstanbul’daki farklı eşcinsel mekânlarda sosyalleşen erkek eşcinseller arası iletişimi inceleyerek, söz konusu altkültürün cemaat, aile, heteronormativite, sınıf, seks, erillik gibi dinamiklerle ilişkisini tartışıyor.