Skip to main content
Sayı 44 | 2023

Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Tepki

Çeviren: Zeynep Kutluata

Joan Wallach Scott bu makalesinde toplumsal cinsiyete ve cinselliğe dair eğitimin tüm dünyada otoriter politikacılar için neden bu kadar önemli bir konu haline geldiğini sorguluyor.[1] “Toplumsal cinsiyet karşıtı tepkinin ideolojik temeli nedir?  Bu tepkinin hem psişik hem de siyasi çekiciliği nedir?” sorularına yanıt arıyor. Makalenin ilk bölümünde toplumsal cinsiyet çalışmalarına yönelik saldırı, kamu yükseköğretimini araçsal amaçlara (mesleki eğitim, ekonomik kalkınma, teknik yenilik) yöneltmeye ve bir zamanlar (en azından bir ideal olarak) misyonunun merkezinde yer alan eleştirel bilgi üretiminden uzaklaştırmaya yönelik daha kapsamlı bir çaba bağlamında inceleniyor.  İkinci bölümde, tepkinin ideolojik temelleri ve toplumsal ve siyasi örgütlenmenin “doğal” temeli olarak ataerkil çekirdek ailenin öne çıkarılması ele alınıyor.  Üçüncü bölümde ise toplumsal cinsiyetin değişebilirliğine ve sabitlenemezliğine ilişkin feminist anlayışların, otoriter yöneticilerin seçmenlerini harekete geçirmede kilit bir bileşen haline gelen Tanrı, Doğa ya da bazen sadece ‘sağduyu’ adına yapılan erkeklik savunularını nasıl tehdit ettiği tartışılıyor.

Gender Backlash

In this paper Joan Wallach Scott asks why teaching about gender and sexuality have become such hot button items. What is the ideological basis for the backlash against gender? What are the psychic as well as the political appeals of this backlash? The paper has three parts. In the first, the writer places the attack on gender studies in the context of a larger effort to direct public higher education to instrumental ends (vocational training, economic development, technical innovation), and away from the critical knowledge production that was once (at least ideally) central to its mission. In the second, she explores the ideological bases for the backlash, particularly its invocation of the patriarchal nuclear family as the “natural” basis for social and political organization. In the third, she considers the ways in which feminist understandings of the mutability and variability of gender threaten constructions of masculinity, whose defense in the name of God, Nature, or just plain “common sense” then becomes a key component in the mobilization of authoritarian rulers’ constituencies.

Son yıllarda uluslararası düzeyde feminist çalışmalara, toplumsal cinsiyet ve cinsellik çalışmalarına yönelik olarak gittikçe yoğunlaşan bir tepkiye şahit oluyoruz. Bu karşıtlık yalnızca otoriter yöneticiler tarafından yönetilen ülkelerde (Macaristan, Türkiye, Brezilya, Polonya, Rusya, Hindistan) değil, Ekvator, Fransa gibi görece liberal, seküler yerlerde de karşımıza çıkıyor. 2014’te Ekvator’da başkan Rafael Correa “tehlikeli toplumsal cinsiyet ideolojisi”nin “vahşetinden” bahsederken (“Doğal aile sağın ya da solun değil, sağduyunun sorunudur,” dedi) daha yakın bir dönemde Fransa’da Macron hükümeti Cumhuriyet’in evrensel siyasal ilkelerinin hilafına, sağın yükselen seçmen gücünü azaltmak amacıyla, ayrımcılık çalışmalarını ve “yabancılardan ithal edilmiş” kavramlar olarak toplumsal cinsiyet ve kesişimsellik gibi kavramları mahkûm etti. ABD’de, Cumhuriyetçilerin eyalet meclislerini kontrol ettiği her yerde, “sosyal adalet”le ilişkili herhangi bir meselenin öğretilmesini yasaklayan kanunlar şu anda yürürlükte. Bu meseleler, kölelik tarihi ve güncel ırk politikalarına dair analizlerin yanı sıra toplumsal cinsiyet ve cinsellikle ilgili değişen normlar hakkındaki çalışmaları kapsıyor. Bu örneklerin hepsinde “toplumsal cinsiyet”; şeytani, yozlaşmış, devletin ve toplumun temelini derinden sarsan bir terim olarak histerik biçimde itham edildi.

Bu makale toplumsal cinsiyet ve cinsellik hakkında eğitim vermenin neden böylesi hassas bir konuya dönüştüğünü sorguluyor. Macaristan’da Victor Orban toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarının kaldırılmasını neden kendisinin “illiberal demokrasi”siyle sıkı sıkıya ilişkilendirdi? Neden Brezilya’da Jair Bolsonaro okul kitaplarında feminizme, eşcinselliğe ve demokrat eğitimci Paulo Freire’nin öğretilerine herhangi bir şekilde referans verilmesini yasaklamak istiyor? Neden Vladimir Putin bir yandan Rusya anayasasını lağvederken, bir yandan da hükümetinin hane içi şiddeti suç olmaktan çıkarmasını ve feminist aktivistleri “radikaller” olarak soruşturmaya başlamasını sağladı? Neden Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan anneliğin kadınların münhasır ve mukadder görevi olduğundan yola çıkarak kadınların asla erkeklerin eşiti olamayacağında ısrar etmekte? Neden Hindistan’ın aşırı milliyetçi başbakanı Narendra Modi’nin hükümeti üniversitelerdeki Kadın Çalışmaları ve Sosyal Dışlanma Araştırmaları merkezlerinin bütçelerini kesip misyonlarını yeniden tanımladı? İtalyan sağcı Matteo Salvini’nin sınıflardaki “toplumsal cinsiyet endoktrinasyonu”na karşı açtığı savaşın ardında, ateşli Katolikliğinin yanı sıra, ne yatıyor?[2] Trump beyaz üstünlükçü tabanını, ki kadınlar da bu tabana dahil, nasıl oldu da kendisinin bariz kadın düşmanlığı sayesinde bir arada tuttu? Ve neden tüm dünyada sağcı partiler bir taraftan ülkelerindeki demokratik kurumları alaşağı etmeyi amaçlarken diğer taraftan “toplumsal cinsiyet ideolojisi”ne karşı kampanyaları tırmandırmaktalar? Fransız sosyolog Eric Fassin’in de “cinsel demokrasi” dediği şeyin inkârı bu otoriter liderlerin gündeminin başlarında yer alıyor. Toplumsal cinsiyet karşıtı tepkinin ideolojik temeli nedir? Bu tepkinin siyasi cazibesinin yanı sıra psişik cazibesi nedir?

Bu makale üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde, toplumsal cinsiyet çalışmalarına dönük saldırıyı, yüksek öğrenimi (mesleki eğitim, ekonomik gelişme, teknik inovasyon gibi) araçsal hedeflere yönlendirmeyi ve bir zamanlar (en azından ideal olarak) misyonunun temelini oluşturan eleştirel bilgiden uzaklaştırmayı hedefleyen daha büyük bir girişim bağlamında ele alıyorum. İkinci bölümde, tepkinin ideolojik temellerini, özellikle toplumsal ve siyasi örgütlenmenin “doğal” temeli olarak ataerkil çekirdek aileyi yardıma çağırmasını inceliyorum. Üçüncü bölümde, toplumsal cinsiyetin dönüşebilme ve değişebilme kapasitesine dair feminist anlayışların erkeklik inşalarını hangi yollarla tehdit ettiğini ve böylece bu erkekliğin Tanrı, Doğa ya da sadece “sağduyu” adına savunulmasının otoriter yöneticilerin tabanlarının mobilize edilmesinde anahtar bir rol oynamasını değerlendiriyorum.

Disiplinlerarasılık ve Toplumsal Adalet

Hintli tarihçi Debaditya Bhattacharya ikna edici bir şekilde, toplumsal cinsiyet araştırmaları gibi disiplinlerarası programların, disiplinlerin geleneksel fikirleriyle çelişen bilgi üretiminde kritik bir rol oynadığını iddia eder. Bu programların kurulması, ki ABD’de 1960’ların sonu ile 1970’lere denk düşer, birbirinden oldukça farklı öğrenci gruplarının kendi tarihleri ve deneyimleriyle “ilişkili” derslere dönük taleplerinin karşılanma çabasının bir parçasıydı. Bu öğrenci grupları kadınları ve çeşitli (ırksal, cinsel, dini) azınlıkları kapsıyordu. Yeni bilgi üretme girişimi disiplinle ilgili bir dizi sorunsalı aşmayı gerektiriyordu; ayrıca herhangi bir tekil disiplinin kısıtlarının altını çizmekle kalmayıp meşru araştırma olarak kabul gören bir araştırmanın sınırlarını esnetme olasılıklarını da yaratıyordu. Kabul görme ve içerilme sorunlarına rağmen bu programlar, disiplinlerin özelleşmiş bilgi sahalarının dışındaki araştırma alanları olan “alternatif epistemolojiler” keşfetmeye dönük kritik işlevlerini sürdürdüler. Örneğin, feministler ve müttefikleri bilgi üreticiliğinin evrensel konumunun yerine “bakış açısı epistemolojisi”ni [stand-point epistemology] koyarak, bilimin varsayılan objektifliğini sorguladılar. Bhattacharya’nın ifadesiyle bu, “(süregiden) toplumsal ilişkilerin ‘dışını’ tahayyül etme” meselesiydi; disiplin otoritesinin denetlediği biçimiyle bilginin kabul gören katiyetinin sorgulanmasıydı. Bu disiplin otoritesinin 1970’lere kadar neredeyse tamamen (ABD’de beyaz ve Hıristiyan) erkeklerin elinde olduğunu eklemek gerekiyor.

Bhattacharya şöyle yazıyor: “Disiplinlerarası olan, çivisi çıkmış hakikatlerin kanun koyucu düzenine ait olmama ilkesindeki ısrarıyla, tek başına toplumsal adaletin ortaya çıkış sahası olabilir.” Tabii ki disiplinlerarası programların hepsi bu amaca hizmet etmedi, hatta kimi radikal programlar eşitlikçiliktense farklılığın felsefi keşifleriyle uğraştı. Bazıları pazarın yeni taleplerini karşılayacak inovasyonları teşvik etmek üzere neoliberal üniversitenin parçası haline getirildi.  Mesleki eğitimin yüksek öğrenimin yeni rasyoneli haline geldiği bir zamanda, bu amaçlara hizmet etmek üzere türlü karma disiplin programları ortaya çıktı. Ancak bazı disiplinlerarası programlar, toplumsal adalet tanımlarıyla bağlantılı eleştirel araştırmanın merkezi olarak varlığını korudu. Bhattacharya toplumsal adalet kavramıyla genel olarak öteki ya da dışarlıklı addedilenler için kapsayıcılığı ve hakkaniyeti kasteder ve bu, var olmanın ve hakikatin mevcut biçimleriyle eleştirel bir ilişki kurmayı gerektirir.[3] Bu programların “sağduyuya” meydan okumaları tehlikeli görülür, “isyankâr güç olmaları nedeniyle korku uyandırır.” 1902’de, bizimkinden farklı bir dönemde, akademik özgürlüğü savunmak üzere yazan ABD’li filozof John Dewey, yeni kurulmakta olan toplumsal ve beşeri alanlarda çalışan bilim insanlarının, doğa bilimcilerinden daha fazla akademik özgürlüğün korumasına ihtiyaç duyduklarını, çünkü onların “hayatın sorunlarıyla” son derece yakından uğraştıklarını ve bu nedenle önyargı ve duygusal tepkiye yoğun bir şekilde maruz kaldıklarını kaydeder. “Bunlar (önyargılar) insanların alışkanlıkları ve yaşam biçimlerinden kaynaklanır. Bu önyargılara saldırmak hayatın anlamının bağlı olduğu kurumlara düşman olmak gibi görünür.”[4]

İkinci Dalga ortaya çıktığında kadınların akademik kadrolara dahil edilmesi ve kadınlarla ilgili araştırmanın müfredata sokulması yönündeki feminist talepler tam da böyle karşılandı. Yirminci yüzyılın son döneminde feminist mücadeleler çoğunlukla şüpheyle, husumetle karşılanıyor ve cezalandırılıyordu. Sanırım okuyuculara ne kadar çok çalıştığımızı ve karşımızdaki muhalefetin ne kadar hiddetli olduğunu hatırlatmama gerek yok. Ayakta kalmış olmamız dönemin koşullarıyla ilişkiliydi: Yirminci yüzyılın ikinci yarısına denk gelen ekonomik büyüme yılları, kolej ve üniversite nüfusunun artmasıyla eğitimci sayısını artırma ihtiyacı, kadınlar ve Afrikalı Amerikalılar için daha fazla eşitliği kapitalizm ve demokrasi ile ilişkilendirerek, Sovyet komünizminin iddialarını çürütmeyi amaçlayan Soğuk Savaş bağlamı, tüm dünyada toplumsal cinsiyet adaletini desteklemek üzere liberal yardım kuruluşlarından (özellikle Ford) gelen fonlar ve biz feministlerin, kendimizi içinde bulduğumuz rahat koşullar karşısındaki kararlı ısrarımız. Tabii ki tepkiyle karşılaştık, ancak o dönemle şimdiki dönem arasındaki fark, (o dönemki) özgürleştirici politik ekonomi (hoşgörülü, reformcu) ile (hoşgörüsüz, gerici, faşizan) otoriter siyasetçileri başa getiren (şimdiki) neoliberal kapitalizmin krizi arasındaki farktır. Ancak, o zaman da şimdi de feministler diğer tüm kurumlardan daha çok “hayatın değerinin bağlı olduğu” aile kurumunu yıkmak istemekle suçlandılar.  

Bu bağlamda, eleştirel düşünceyle etik bağlılıkları birleştiren toplumsal cinsiyet çalışmaları gibi programlar, bir dönem üniversitenin misyonunun kalbinde yer aldığı düşünülen eleştirinin son kaleleri arasında yer alıyor. Kendi iktidarlarını kurmak isteyen siyasi yöneticilerin, bizzat iktidarlarının üzerine kurulu olduğu temele meydan okuduğunu düşündükleri şeyin köklerini sökmek istemesi şaşırtıcı mı? Demokrasinin şeklen var olduğu yerlerde sağ partiler görünürlük kazandıkça ve sesleri duyuldukça, merkeziyetçiler ve muhafazakârlar da üniversite içindeki alanlara dönük saldırıya dahil oldu; üniversitenin onların sağduyu kabulleriyle çatışan bilgiyi ürettiğini savunuyorlardı. Bu nedenle toplumsal cinsiyet araştırmaları eşitsizlik eleştirisiyle, uyumlu olmayan cinselliğe [non-conforming sexualities] ve normatif ailelere alternatifler geliştirmeye dönük arayışlarıyla birincil hedef haline geldi.

Aile ve Devlet

İster Evanjelist ve Katoliklerce (Tanrı vergisi bir kurum olarak) dini terimlerle ister seküler (“doğal” ya da “kültürel” olarak) tanımlansın, idealize edilmiş hayalî bir aile toplumsal cinsiyet karşıtı kampanyaların merkezinde yer alıyor. Aile bu alanda, cinsel ve samimi ilişkilerin gerçekliğinden çok, kesinlik ve istikrara öykünmeyi yansıtıyor. “Aile” söylemi feministlerin değişim çağrılarına uzun süre yanıt vererek işlevini sürdürdü.

Birçok örnekten biri, 1995’te Çin’in başkenti Pekin’de gerçekleşen Birleşmiş Milletler’in düzenlediği Dördüncü Dünya Konferansı’nın hemen öncesinde ABD Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen bir oturumda gerçekleşti. Konuşmacı konferansın “erkeklik ve kadınlık, dişillik ve erillik, annelik ve babalık, heteroseksüellik, evlilik ve aile de dahil olmak üzere doğal varsaydığımız her şeyin, erkeklerin kadınları ezmek için çıkardığı kültürel olarak ‘sabitlenmiş’ şeyler olduğuna inanan toplumsal cinsiyet feministleri” tarafından ele geçirildiğinde ısrar etti. “Bu feministler bu tip rollerin toplumsal olarak kurgulandığını, dolayısıyla değişime açık olduklarını iddia ediyorlar.” Değişimin hayaletine karşı sert direniş bu polemiklere musallat oluyor.

1995’ten günümüze işler daha da kötüye gitti ve kadınların özgürlüğü, aynı cinsiyetten insanların evlenmesi, toplumsal cinsiyetle uyumlu olmayan insanların [non-gender conforming people] hakları için yapılan kampanyalara karşı tepkiler yoğunlaştı. Bunların tamamı, toplumsal cinsiyetin tanımının biyolojinin öngörülebilir belirlenimlerinin bir yansıması değil, normatif düzenlemeler kümesi, iktidar icrası olmasını, doğallıktan çıkarılmasını gerektiriyor. Şimdilerde düzenli olarak “toplumsal cinsiyet ideolojisinin” tehlikelerini duyuyoruz. Tüm dünyada ilgi uyandıran bu terimi muhtemelen ilk Kardinal Ratzinger (Papa XVI. Benedict olmadan önce) ortaya attı. “İdeoloji” kelimesinin, heteroseksüel çekirdek aileye içkin doğal ve değişmez cinsiyet farkının karşısında yapay bir şeye karşılık gelmesi gerekiyordu. Papa Francis “toplumsal cinsiyet ideolojisi”ni nükleer yıkıma benzetti, toplumsal düzen için son derece tehlikeliydi;[5] diğerleri komünizmle ya da ebeveyn otoritesinin kaybıyla ve “aile değerlerinin” bozulmasıyla, pedofiliyle ve küçük çocukların devlet okullarında cinselleştirilmesiyle ilişkilendirdi. Teolojik farklılıklarına rağmen kimi Katolikler, Protestan evanjelistler ve Müslümanlar sapkın cinsellikler olarak gördükleri şeylerin hoş görülmesine karşı yürütülen kampanyalarda birleştiler ve sözde doğa kanununa saygı adına, dinin kamusal alanda ahlak bekçisi olmasının öneminde ısrar ettiler. Bu kesimlerin, diğer konularda seküler olup reform programlarında alaycı bir şekilde dini ahlakı ve kutsallaştırılmış aileyi teşvik eden siyasetçiler (Trump, Berlusconi, Bolsonaro) üzerindeki etkileri devam etti.

Ahlakın potası olarak görülen aile, on sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılda tam olarak modern devletle birlikte ortaya çıktı. Zamanlama tesadüf değildi. Aile; devletin temeli, medeniyetin zirvesi, türlerin, ırkın ve ulusun yeniden üretiminin lehine toplumsal ilişkileri düzenlemenin doğal yolu olarak görüldü. Michel Foucault bunu “bio-iktidar” ile ilişkilendirdi; bu, yaşamın “siyasi bir nesne” olarak belirlenmesi demekti;[6] kapitalizmin ve devletin gelişimi için zaruriydi ve “bedenlerin, makinaların ya da üretimin kontrollü bir şekilde parçası olmasını ve nüfus olgusunun ekonomik süreçlerle uyumlu hale getirilmesini” içeriyordu. Foucault cinselliğin iki eksenin dayanağını oluşturduğunu söylemişti: Bedenlerin disipline edilmesi ve nüfusun düzenlenmesi. Bu düzenlemenin aracı insanın değil, doğanın icadı olan çekirdek aileydi. Alman Johann Fichte “evlilik ilişkisi iki cinsten yetişkin kişilerin hakiki varoluş biçimidir, bu ilişki doğa tarafından dahi zorunlu kılınmıştır” diye yazmıştı.[7] Napolyon döneminde din ve ibadet alanından sorumlu üst düzey Fransız bürokrat Portalis, evliliğin “medeni ya da dini bir eylem değil, doğal bir eylem olduğu, yasamadan sorumlu olanların dikkatini çektiği ve din tarafından kutsandığı”[8] görüşünü dile getirmişti. Bu doğal kurumun hayata geçmesinin “medeniyetin” başarısı olduğu söyleniyordu. Amerikalı antropolog Lewis Henry Morgan evrensel bir model önermişti: “Bugünkü haliyle aile bir erkek ve bir kadının evliliği üzerine kuruludur. Muğlak bir ebeveynlik, mutlak bir ebeveynlikle ikame edildi ve aile, mülkiyet hakları ve ayrıcalıklarla düzenlendi… Bugünkü haliyle modern medeni toplum bu aile temelinde örgütlenmiştir ve bu aileye dayanmaktadır.”[9] Medeniyeti bünyelerinde barındırdıklarını iddia eden sömürgeci güçler, Fransızların “medenileştirme misyonu” dedikleri şeyin bir parçası olarak bu modeli tebaalarına dayattı. Aileleri farklı şekilde örgütlenmiş olan bu ırksal ‘ötekiler’e, “vahşi” ve “barbar” muamelesi yapıldı; bu temsil sadece onların geri, aşağı olduklarını göstermekle kalmıyor, beyaz orta sınıfın üstünlük temsilini de kolaylaştırıyordu.

Doğal aile vizyonunda eşler arasındaki işbölümü, kapitalizmin yeniden üretimin ekonomik sorumluluğunu büyük oranda aileye yüklemenin bir aracıydı. Bu iş bölümünde erkek ekmek kazanan ve hanenin mülkiyetinin “sahibi”, kadın ücretsiz hane içi işin hizmetkârıydı; (tarihçi Jules Michelet’in ifadesiyle) erkek, beyin; kadın da rahimdi. Ancak bu, haneyi ve ekonomiyi aşıp devletin kendisine ulaşan bir dizi hiyerarşik ilişki için de model oluşturuyordu.

Fransız sosyolog Frédéric Le Play “Özel hayat, karakteriyle kamusal hayata damgasını vurur. Aile devletin temelidir.” diye belirtmişti.[10] Siyaset kuramcısı Robyn Marasco ailenin otoriter yapısının, kendi konumlarını doğal düzenin bir parçası olarak gören siyasi özneler üreten tahakküm ilişkileri (karı/koca, çocuklar/ebeveyn) içerdiğine işaret eder. Toplumsal cinsiyetin feminist bir şekilde doğallığından arındırılması, cinsel farklılığa anlam verenin biyoloji değil iktidar ilişkileri olduğu konusundaki ısrarımız, otoriter liderler kadar demokratik liderlerce de haklı olarak siyasi otorite yapılarına meydan okuma olarak algılanıyor.[11]

“Toplumsal cinsiyet ideolojisi”ne saldırının hiddeti saldırıyı yönlendiren siyasetçiler için riskin ne kadar yüksek olduğunu bize göstermeli. Kadınlar ve erkeklerle ilgili kurulu normları tarihselleştirmenin medeni hayatın temeline doğrudan saldırı olduğunu iddia eden feminist ve kuir teori karşıtlarından ızdırap dolu bir felaket kehaneti dinliyoruz. Kilise ve devlet taraftarları, toplumsal cinsiyet normlarının tarihi olduğunu basitçe kabul etmek şöyle dursun, kadınlar ve erkekler arasında eşitlik devam edecek olursa toplumsal düzenin tamamıyla parçalanacağını iddia ediyorlar. Bir bakıma haklılar. Feministler için “toplumsal cinsiyet” kelimesi zorunlu olarak biyolojinin kesinliğinin eleştirisini ima eder, dolayısıyla düzenin güç odakları için tahammül edilemez bir istikrarsızlık sunar. Bu durum, cinsiyet farklılıklarına atfedilen rollerin Tanrı buyruğu olduğu ya da doğadan geldiği; hane içi alanda olduğu gibi siyasi alanda da erkeklerin hükmetmesi, kadın ve çocukların da onların koruması altında gelişmesi gerektiği yönündeki herkesçe kabul edilen görüşü hezimete uğratır.

İronik bir şekilde, biyolojinin bizatihi kader olduğu görüşü de tabii ki görece yakın tarihin ürünüdür. Modern ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla beraber, her şey yerli yerinde olsun diye, toplumsal cinsiyet rollerinin değişmezliğinde ve cinsel eylemin denetlenmesinde yeni bir tarz ısrar gündeme gelir. Gerçek toplumsal cinsiyet ideolojisi burada gündeme gelir: Cinsel farklılığı siyasi düzenin temeli haline getiren feminizme atfedilen “toplumsal cinsiyet ideolojisi” değil, muhafazakâr toplumsal cinsiyet ideolojisidir. Bir taraftan cinsiyete dair doğal farklılık erkeklere münhasır siyasi otorite için meşruiyet sağlarken, diğer taraftan erkeklerin siyasi otoritesi doğanın buyruğunun kanıtıdır. Totolojik de olsa, kuşaklar boyunca ve bugün de hâlâ çoğu kişi için aile ve devlet arasındaki ilişkiye dair toplumsal sağduyunun temelini oluşturan mantık budur.

Bu aile görüşü, hegemonyasına dönük dönemsel feminist ve sosyalist meydan okumalara rağmen, Batı’nın toplumsal tahayyülünde varlığını korudu ve statükonun tehdit altında olduğu her durumda güçlü bir savunma işlevi gördü. Melinda Cooper, 1970’lerden itibaren ABD’de neoliberalizm ve muhafazakârlığın, devlet destekli sosyal refah programları ile 1960’ların özgür ve hararetli cinsel devrimlerine alternatif olarak “doğal olarak fedakâr”, mahrem, bakım sunan ailede nasıl birleştiklerini zekice anlatır. Bu dönem stagflasyon olduğu, Keynesyenciliğin etkisinin azaldığı, Fordist uzlaşının sona erdiği, işçi sendikalarının gücünün zayıfladığı ve Afrikalı Amerikalılara yapılan sosyal yardımların arttığı bir dönemdi. Melinda Cooper’ın çalışması ABD’ye odaklansa da çalışmanın yaklaşımı diğer yerlere de genişletilebilir: Aileyi toplumun ahlaki temeli olarak gören muhafazakâr görüş, neoliberalizmin piyasa bireyciliğine nazik bir ayar veriyor gibidir. Ancak bu ikisi birbiriyle uyumsuz değildir; aksine birbirlerini karşılıklı olarak güçlendirirler. Biri diğerini gerici popülizm retoriği ile destekler, eşitsizliğin sorumluluğunu kapitalizm ve devletten alıp kozmopolit elitlere, göçmenlere ve (genellikle ABD’de) hepsi saygın beyaz işçi sınıfı ailelerin kurbanlarıymış gibi tarif edilen, sosyal politikalardan sahtekârca faydalanan siyahlara yükler.[12] Slavoj Zizek’in terimleriyle ifade edilirse, “bizim” mutluluğumuzu [jouissance] kelimenin gerçek anlamıyla çalan, dışarlıklı “onlar” tarif edilir.

Boşanma oranları, hane içi istismar, ensest ve toplumun her sınıfına yayılmış bağımlılığa bakıldığında bu ailenin tabii ki bir fanteziden ibaret olduğu açık bir şekilde görünüyor, ancak bu durum aileyi daha da cazip kılıyor. Aslında ailenin popülist liderlerin retoriklerinde bir arzu nesnesi, ekonomi ve toplumun istikrarlı işleyişini bozan ahlaksız “ötekilerin” çaldığı kayıp cenneti yeniden yaratma vaadi olması tam anlamıyla bir fantezi. Burada, istikrarlı, erkeklerin yönettiği, heteroseksüel hane fantezisinin bu kurumdaki büyük değişikliklere rağmen varlığını koruyabildiğini iddia ediyorum. Ailenin yozlaşmasından ve işlevsizleşmesinden “toplumsal cinsiyet ideolojisi”ni sorumlu tutarak, toplumsal cinsiyet karşıtı tepkinin hizmetine sunulan işte bu fantezidir. Bilhassa psişik cazibesinden dolayı, tarihsel ya da mantıklı argümanlarla nedenselliğin bu şekilde yer değiştirmesine tam olarak karşı çıkmak mümkün olmaz.

Erkeklik

Ataerkil aile fantezisinin kalbinde, kendine bağlı olanlara destek ve koruma sağlayan babanın iktidarı yatar. Feminist siyaset teorisyeni Iris Marion Young (11 Eylül terörist saldırılarına karşı ABD’nin 2003’te Irak’a savaş açtığı sırada yazdığı) artık klasik olan metninde “Eril Korumanın Mantığı”nı tanımladı.[13] Bir ulusun güvenliğine dönük tehdit algısının oluşmasının vatandaşların otoriter yönetimleri kabul etmesine ve desteklemesine, dolayısıyla demokratik haklarından gönüllü olarak vazgeçmelerine yol açtığını iddia etti. Bu durum, eril mantığın işlediği yerlerde, demokrasilerde dahi kadınları ve erkekleri “tıpkı ataerkil hanelerdeki kadınların yaşadığı gibi… bağımlı ve itaatkâr kılan tabi konuma” sokar.

Young bu yöneticilerin kendilerini saldırganlık ve zorbalıktansa “şövalyeliğe ilişkin fikirlerle haşır neşir”, mülayim kişiler olarak sunduklarını yazar. Young her ne kadar “koruma olarak ataerkil iktidarın kralın baskıcı iktidarındansa ruhani iktidarına benzediğini” söylese de “güvenlik rejimi ihtilafın ifade edilmesine izin ver(e)meyeceği için”, “güvenlik rejiminin aşırı bir biçimi” olan faşizme geçiş tehlikesinin her zaman var olduğunu belirtir. Bence şu anda “güvenlik rejiminin aşırı biçimi”nin yaşandığı noktadayız; yöneticiler, tarihin mirasından faydalanarak, siyasi iktidarlarını perçinleyen erkekliğe dönük meydan okumaları daha da fazla engelleme eğilimindeler. Bu siyasi iktidarın ekonomik, siyasi ve maddi olmak üzere çok fazla dayanağı var, ben psişik yönüyle, bu iktidarı güçlendiren erkekliğin cazibesiyle ilgileniyorum.

Young koruma vaadini “eril mantık” olarak tanımlamakta haklıydı; ancak ben siyaset teorisiyle bağlantılandırdığım psikanalitik teoriyi gündeme getirerek, bu mantığın işleme biçimlerine dair kavrayışımızı derinleştirmek istiyorum. Eril mantığın merkezindeki belirsizlik [indeterminacy] olgusu üzerine düşünmek için özellikle Freud ve Freud’un Lacancı okumaları ile Fransız siyaset kuramcısı Claude Lefort’un demokrasi hakkındaki yazılarını kullanacağım.

Freud ve Lacan bize cinsel farklılığın belirsizliğini -gizemini-, dolayısıyla tam da eril ve dişilin anlamlarının muğlaklığını hatırlatır. Cinsiyet farklılıklarına atfedebileceğimiz sabit bir anlam yoktur. Tarihçiler ve antropologlar bu anlamların farklı kültürlerde ve zamanın farklı anlarında nasıl çeşitlendiğini bize gösterdi. Ancak tam da cinsel farklılık toplumsal ilişkilerin temsilinde çok merkezi bir yerde durduğu ve sınırlandırılamadığı için, cinsel farklılığın anlamını biyolojide temellendirmeye çok büyük çaba harcandı: Beden, erillik ve dişilliğin toplumsal anlamlarının kesin belirleyeni, doğal alanıdır ve toplumsal ve kültürel yapıların tamamı bunun üzerine inşa edilir. İster Tanrı’nın kelamı ister Doğa’nın emri olsun, cinsel farklılığın biyolojisi toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni tahayyül etmenin ve böylece heteroseksüel ikilikleri aşan davranışları düzenleme ve cezalandırmanın temeli haline gelir. Daha önce bahsettiğim, derin tarihsel köklere sahip ailenin doğal düzeni hakkındaki “sağduyu” budur. Ancak mesele sadece cinsiyeti kontrol altında tutmak değildir; amaç toplumsal, ekonomik ve siyasi düzene ilişkin vizyonların üzerine kurulu olduğu matrisin istikrarını sağlamaktır.

Claude Lefort’un belirsizlik kavramı, cinsiyetin anlamlarının belirsizliğinin politik okumasına fırsat veriyor.[14] Lefort mutlakiyetçiliğin sona ermesinin ve bununla birlikte dini otoritenin meşruluğunu yitirmesinin siyasi temsille ilgili yeni bir muğlaklığı beraberinde getirdiğini iddia eder. Yöneticinin iktidarının simgesi fallusa sahip olmak artık Tanrı’nın dünya yüzündeki temsilcisinin bir ayrıcalığı değildi. Kralların (ve ara sıra kraliçelerin) hükümranlığı nasıl yerini temsili hükümet sistemlerine (parlamentolara, meşruti monarşilere, cumhuriyetlere, demokrasilere) bıraktıysa, egemenliğin vücut bulmuş hali olan yöneticilerin fiziki bedenleri de devlet, ulus, vatandaş, temsilci, birey gibi birtakım bedensiz soyutlamalara yerini bıraktı. Lefort bunu şöyle açıklar: “Önemli nokta şu ki, demokrasi kesinlik işaretlerinin ortadan kalkması ile kurulur ve varlığını sürdürür. İktidarın, hukukun ve bilginin temeline dair ve toplumsal hayatın her aşamasındaki ben ve öteki arasındaki ilişkilere dair insanların temel bir belirsizliği deneyimlediği bir tarih başlatır…” Soyut düzeyde bakıldığında, iktidarın vücut bulmuş bir temsilinin imkânsızlığı gayet ortadadır. Ancak sistemin uygulayıcıları açısından hükümleri açıklamaktan ve uygulamaktan kimin sorumlu olduğu sorusu bakidir.

Burada Freud’un (Totem ve Tabu’daki) kuramsallaştırması, Batılı demokratik yönetimlerde erkeklerin siyasi otoritenin cisimleşmiş haline gelmelerinin nedenlerine ışık tutmada yardımcı olur.[15] Freud’un politik psikolojinin bariz bir hakikati olarak değerlendirdiği şeyi izah etmek için teorik bir kurgu -isterseniz bir mit diyelim- önerdiğini anlamak önemli. Bu mitik anlatıda, primal bir baba (kral) vardır, iktidarı hazzı tamamen tekeline almasından kaynaklanır; daha düşük seviyedeki erkekler, sürekli olarak mahrum bırakıldıkları şeye erişebilmek için sonunda bu kralı öldürür (Freud’un versiyonunda yer). Erkekler, baba figürünü bir çırpıda yok ettiklerinde artık kardeş olurlar. Yetişkin olarak ayaklarının üzerinde durmaları için babalarının onlara yasakladığı cinsel eylemi gerçekleştirmeleri gerekmektedir: Kendilerine ait münasip bir kadın. Kardeşler bu kadının primal babanın ayartmalarının oyuncağı olmuş anne ya da kız kardeş olmamasını garantilemek için ensest yasağı getirirler. Böylece oğulların yönetimi babanın mutlakiyetçiliğinin yerini alır, bir tür kardeşlik kralın hükümranlığını yıkar. Freud’un ifadesiyle “ideal baba” primal babanın yerini alır, eylemleriyle toplumu aşırılıkların geri gelmesinden korumak zorunda olan bu ideal babadır (ya da bu amaca ulaşmak için birlikte hareket eden oğullardır). Yine de kardeşler arasında süregiden bir rekabet vardır ve bu rekabetle her bir kardeşe isyan ettikleri şeyin daha ufak ve uysal versiyonu verilerek baş edilir: “Aile önceki asıl kabilenin bir restorasyonuydu ve babalara eski haklarının büyük bir kısmını geri veriyordu. Bir zamanlar daha çok baba olsa da kardeşliğe dayalı klanın toplumsal kazanımları bırakılmamıştı…”[16] Bu tasavvura göre evlilik kanunları her erkek kardeşin kendi kadını olmasını ve hiçbir erkek kardeşin birden fazla kadını olmamasını garantiliyordu. Paylaşılan siyasi iktidar (demokrasi) psişik alanda, cinselliğin evlilikle disipline edilmesine, arzunun toplumsal olarak faydalı bir aile birimi içinde tutulmasına dayanıyordu.

Ancak arzu hiçbir zaman tamamen kontrol altında tutulamaz, bu nedenle erkek kardeşler katledilmiş babanın iktidarını ele geçirmek için birbirleriyle rekabet ederler. Freud “Her biri babaları gibi kadınların tamamının kendisinin olmasını dilerdi.” diye ekler.[17] Bu fantezi, babaya benzeyen kardeşin bu benzerliğiyle kardeşlerin ortak anlaşmasından muaf olması -Lacan buna “fallik istisna” der- her daim oradadır, sadece zina ilişkilerinde değil, adayların farklılıklarına dair sinyaller vermek istedikleri her tür siyasi müsabakada ifadesini bulur.[18] Burada, görevden alınmış babanın iktidar tekelini yeniden canlandırmaya çabalarken aşırı-erkeklik biçimleri sergileyen (göz alıcı kadınlarla çevrilmiş, kaslı vücutlarını gösteren, Covid-19 virüsüne kafa tutan), kanunu ihlal ederken dahi kanun yapan o otokrat özentilerinden herhangi birini düşünebiliriz. Bu, her sorunu çözen, ailesini düşmanlara karşı koruyan, ailenin refahının, huzurunun ve esenliğinin tek kaynağı korumacı süper babanın -bir diğer fantezi- her şeye gücü yeten imgesi için de geçerlidir.  

Cinsel yeterliliğin aşırı teşhiri eril koruma mantığını canlandıran kuvvettir; otoriter yöneticinin elindeki olağanüstü gücü meşrulaştırır. Ancak, bu tekil erkeğin biricikliğine dair görünürdeki iddia aslında kolektif bir eril fanteziyi besler; kolektifin otoriter yöneticiyle yansıtılmış özdeşleşme [projected identificationkurması, bu yöneticilerin libidinal cazibesinin kaynağıdır. Yöneticiler takipçilerinin erkekliğin yeniden kurulma fantezilerinin tatmin edilmesini, kaybolmuş ya da tehdit altındaki toplumsal, siyasi ve ekonomik ırk ve cinsiyet hiyerarşisini geri getirme vaadini temsil eder. “Amerikan erkeğinin” hadım edilmesine karşı çıkmaya çabalayan Cumhuriyetçi senatör Josh Hawley’i dinleyin. 2021’deki Ulusal Muhafazakârlar Konferansı’nda liberallerin “Amerikan olanı yıkma” hedeflerinin bir parçası olarak “bize erkeklerin ötesinde bir dünya vermeye” teşebbüs ettiklerini söyledi. “Sol, geleneksel erkekliği zehirli diye tarif etmek istiyor. Cesaret, bağımsızlık ve kararlılık gibi geleneksel eril erdemleri toplum için tehlikeliymiş gibi tanımlamak istiyorlar.”[19] Hawley’in gözünden bakıldığında Amerikan toplumunun geleceği erkekliğin bu versiyonunun korunmasına bağlı.

Siyasi belirsizlik çelişkisinin, erkekliği siyasi yönetimle eşleştiren doğallaştırılmış cinsel farklılığa başvurularak çözüme kavuşturulduğunu iddia ediyorum. Bu siyasi yönetimde değişiklikler yapılması ve ona meydan okunması istikrar ve refahın olduğu tarihsel dönemlerde mümkün olur; geçtiğimiz yüzyılın sonunun daha umutlu zamanlarının “cinsel demokrasi” çağrıları hâlâ kulaklarımızda çınlıyor. Belirsizlik tahammül edilemez bir hale geldiğinde, siyasi otoriteyi istikrarlı hale getirmek (aslında otoriteyle bütünleşmek) isteyenler cinsel farklılığın kesinliğini albenilerinin köşe taşı haline getirirler. Şimdi de küresel kapitalizmin neoliberal krizler yaşadığı, ulusların kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki ekonomik eşitsizliğin aşırı boyutlara vardığı, nüfusların kitleler halinde yerinden edildiği ve başka yerlere taşındığı, bitmeyen savaşlar, baş edilemez borçların olduğu böylesi bir dönemdeyiz. Temelleri sağlam bir şekilde sabitlemek için yasaların toplumsal cinsiyetin anlamlarını sabitlemesi, cinsiyeti, cinselliği ve evliliği düzenlemesi, devletin sağlık ve refahının kaynağı olan ataerkil aileye dair “sağduyulu” görüşleri katı bir şekilde uygulaması gerekiyor. Bu bağlamda feminizmin toplumsal cinsiyeti tarihselleştirmesi ve doğallığından arındırması haklı olarak ne pahasına olursa olsun alt edilmesi gereken tehlikeli, istikrar bozucu bir güç olarak görülüyor. Tepkiler işte bu yüzden.

Sonuç

Toplumsal cinsiyet karşıtı tepkiyi üniversitelerdeki kimi interdisipliner çalışmalarla ilişkilenen eleştirel bilgi üretiminin reddi olarak anlamaya çalışıyorum. Toplumsal cinsiyet araştırmaları cinsiyet ve cinselliklerin normatif düzenlemelerinin yarattığı ayrımcılığı sona erdirmeye çalıştığı sürece, toplumsal değişimi gerçekleştirme yolunda bilgi üreten kritik bir konumu haizdir. Bu tür bir değişim, sosyal ve siyasi örgütlenmenin doğal hiyerarşisi dedikleri şeyi onaylayan ve bundan fayda sağlayan muhafazakâr ve sağ kanat hareketler için lanetlenmek demek.

Ataerkil çekirdek aile bu hiyerarşiler için model sunduğu müddetçe, ailenin konumunun “doğal” olarak sürdürülmesi bu gruplar için özel bir önem taşır. Otoriterlikleri paternal egemenliğin iktidarının onaylanmasına bağlıdır; psişik cazibeleri o iktidarın, yani hükmetme, koruma ve kaybolmuş bir düzeni yeniden kurma iktidarının yeniden hayat bulmuş hali olan primal baba fantezisini, cinsel farklılığın (“biyolojik erkekler ve kadınlar”, “erkek ve kadın arasındaki evlilik”) siyasi yönetimin temeli olma fantezisini sunar. Ataerki ideolojisi budur ve geçirdiği tüm değişikliklere rağmen “sağduyu” sayılan şey içinde sağlam bir konuma sahiptir. Otoriter yöneticilere ve partilerine demokrasiye meydan okurken kullanacakları bir kaynak sağlar.

Toplumsal cinsiyetin değişebilirliği, muğlaklığı ve çeşitliliği hakkındaki feminist öğretiler bu ideolojinin önündeki önemli bir engeldir. Toplumsal cinsiyet karşıtı tepkinin eski biçimleri feminist iddiaları biyolojinin kaçınılmaz belirlenimciliğini belgeleme iddiasındaki bilimsel ve sosyal bilimsel çalışmalarla çürütmeye çalışırdı. Yakın dönem tepki ise daha acımasız ve içgüdüsel: Akla dayalı argümanın yerini kınama aldı, şeytanlaştırma aynı fikirde olmamanın yerine geçti; toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarının kapatılması, feminist çalışmalarımızın otoriterlerin ve takipçilerinin amaçları için nasıl tehdit haline geldiğinin bir göstergesi.

Toplumsal cinsiyet karşıtı tepki -bizi tasfiye etme çabaları- korkutucu ama garip bir şekilde, aynı zamanda da cesaret verici. Bu çabalar bize, toplumsal cinsiyet normlarını tarihselleştirme ve doğallığından çıkarma yönündeki çalışmamızın demokrasi ve toplumsal değişim düşmanlarının gözünde ne kadar önemli bir meydan okuma olduğunu ve meydan okumaya devam etmenin ne kadar önemli anlatıyor: düşünmeye, yazmaya, bu tiranları deviremese de titretecek şeyler öğretmeye devam etmek.


[1] Bu makalenin ilk versiyonu AOC Media’da (https://aoc.media/analyse/2022/03/07/gender-backlash/) Fransızca olarak yayınlanmıştır. Feminist Yaklaşımlar için makale İngilizce’den Türkçe’ye çevirilmiştir. Joan Wallach Scott’a makalesini paylaştığı için teşekkür ediyoruz.

[2] “Toplumsal cinsiyet ideolojisi” konusunu farklı ülkeler bağlamında ele alan makaleler için bkz.: Religion and Gender, 6:2 (2016), Özel Sayı. Ayrıca bkz: Gender as Symbolic Glue: The Position and Role of Conservative and Far Right Parties in the Anti-Gender Mobilizations in Europe, Eszter Kováts and Maari Poim (yay. haz.),  Friedrich Ebert Stiftung, 2015; Eliza Apperly, “Why Europe’s Far Right is Targeting Gender Studies,” The Atlantic, 15 Temmuz 2019 (https://www.theatlantic.com/international/archive/2019/06/europe-far-right-target-gender-studies/591208); Elizabeth Redden, “Hungary Officially Ends Gender Studies Programs,” Inside Higher Ed içinde, 17 Ekim 17 2018, (https://www.insidehighered.com/quicktakes/2018/10/17/hungary-officially-ends-gender-studies-programs)

[3] Debaditya Bhattacharya, “Between Disciplines and Interdisciplines: The University of In-discipline,” Bhattacharya (yay. haz.), The University Unthought: Notes for a Future içinde, London & New York: Routledge, 2019, s. 183-208.

[4] John Dewey, “Academic Freedom,” Jo An Boydston (yay haz.) John Dewey: The Middle Works, 1899-1924 içinde, Southern Illinois University Press, 1976, s. 62-63.

[6] Michel Foucault, The History of Sexuality. Volume 1: An Introduction. Robert Hurley (çev).  Vintage Books, 1980, s. 141-44.  

[7] Isabel Hull, Sexuality, State and Civil Society in Germany, 1700-1813.  Cornell University Press, 1997, s. 318-19.

[8] Florence Rochefort, “Laïcité et droits des femmes: Quelques jalons pour une réflexion historique,” Archives de Philosophie du droit 48 (2005), s. 100.

[9] Brian Connolly, Domestic Intimacies: Incest and the Liberal Subject in Nineteenth-Century America.  University of Pennsylvania Press 2014, s. 220.

[10] Michelle Perrot, “Introduction,” Perrot (yay. haz.), A History of Private Life, Vol. 4, Harvard University Press içinde, 1994, s. 106.

[11] Robyn Marasco, yayımlanmamış seminer sunumu, Institute for Advanced Study, 2022.

[12] Melinda Cooper, Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism. Zone Books, 2017.

[13] Iris Marion Young, “The Logic of Masculinist Protection,” Signs 29:1 (2003).

[14] Claude Lefort, Democracy and Political Theory.  David Macey (Çev.). Polity Press, 1988.

[15] Sigmund Freud, Totem and Taboo. Cilt 13 The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud, James Strachey (yay. haz.) içinde. Hogarth Press, 1995.

[16] Agy. s. 149.

[17] Agy. s. 144.

[18] Jacques Lacan, The Signification of the Phallus”, Lacan, Ecrits: A Selection içinde, Tavistock, 1977.

[19] Jacques Lacan, The Signification of the Phallus”, Lacan, Ecrits: A Selection içinde, Tavistock, 1977.

Leave a Reply