Skip to main content
Sayı 21 | Ekim 2013

Kırılganlık, Muhtaçlık[i] ve Halk Egemenliği Üzerine

Söyleşi: Hülya Arık, Özlem Aslan, Tuğçe Ellialtı

Eylül 2013, İstanbul

 

Çeviri: Hülya Arık, Özlem Aslan, Tuğçe Ellialtı

Dünyanın önde gelen kuramcılarından biri olan Judith Butler Cinsiyet Belası ve Anlamlanan Bedenler gibi çok bilinen çalışmalarıyla, toplumsal cinsiyet, cinsellik, öznellik ve faillik gibi meseleleri düşünme biçimlerimizi temelinden sarsmıştır. Biyolojik cinsiyetin toplumsal inşası ve toplumsal cinsiyetin performatif doğası üzerine yaptığı tartışmalar yalnızca hegemonik toplumsal cinsiyet anlayışlarına meydan okumamış, aynı zamanda feminist kuramın ve siyasetin de radikal bir şekilde yeniden düşünülmesini gerekli kılmıştır. Butler, Kırılgan Hayat adlı kitabında kırılganlık, güvencesizlik ve yas kavramlarını masaya yatırarak 11 Eylül sonrası siyaseti irdeledi. Butler’ın çalışmaları, savaşın nasıl da insan/insan olmayan, yası tutulabilir hayatlar/yası hak etmeyen hayatlar gibi ayrımlar üzerine kurulduğunu gözler önüne serdi. Butler ile geçtiğimiz eylül ayında “Kırılganlığı ve Direnci Yeniden Düşünmek: Feminizm ve Toplumsal Değişim” adlı atölye çalışması için geldiği ve o dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde “Toplanma Özgürlüğü veya Kim Bu Halk?” başlıklı açık bir seminer verdiği İstanbul’da buluşma fırsatı bulduk. Birlikte geçirdiğimiz bir saat boyunca kırılganlık meselesi ve bu meselenin feminist siyaset ve son dönem işgal hareketleri ile ilişkisi üzerine konuştuk. Sohbetimizde Gezi Parkı ve Occupy (İşgal et) hareketleri örneklerinde de gördüğümüz halk meclisleri deneyimlerinin egemenlik, siyasi faillik ve meşruiyet gibi kavramlar üzerindeki olası etkilerini tartıştık. Butler’a göre, bu yeni siyaset yapma şekilleri yalnızca “epistemik” bir kırılma sağlamak ve herkese yeni bir siyasi umut getirmekle kalmıyor, “halk” mefhumunu ve onunla ilişkili olarak üzerinden örgütlendiğimiz ve aramızda eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış olan kırılganlıklarımızı yeniden düşünmemize de zemin sunuyor. Bu söyleşide Butler, kendiliğinden oluşan meclisler ile kendini gösteren yeni siyaset yapma biçimlerini yorumluyor ve aynı zamanda tüm bu gelişmelerin gücünü sandıktan ve polis şiddetinden alan devlet egemenliği bağlamında üretilen “kabul edilmiş karamsarlıklarımıza” nasıl meydan okuduğunun altını çiziyor.

Söyleşimize İstanbul’a gelişinizin asıl nedeni ile başlamak istiyoruz. İstanbul’a “Rethinking Vulnerability and Resistance: Feminism & Social Change” (Kırılganlığı ve Direnişi Yeniden Düşünmek: Feminizm ve Toplumsal Değişim) isimli atölye çalışmasına katılmak için geldiniz. Bize kırılganlık üzerine bir atölye çalışması düzenleme fikrinin nasıl ortaya çıktığını anlatabilir misiniz?

Kırılganlığın gündeme gelmesinin birçok farklı nedeni var. Benim açımdan, güvencesizlik (precarity) üzerine yaptığım çalışma etkili oldu. Bu çalışma bazı toplumların işsizlik, hastalık, mülksüzleştirme veya yerinden edilmeye açık, yani bunlar karşısında kırılgan olduklarını düşünmenin ne anlama geldiği üzerineydi. Bu ifade şeklini sıklıkla kullanıyoruz. Bazı grupların diğerlerine göre daha kolay ve şiddetli bir biçimde sürgün edildiğini veya bazı grupların siyasi temsilden diğerlerine göre daha kolay yoksun bırakıldığını söylüyoruz. İnsanların güvencesiz toplumlardan bahsettiği ve güvencesizliği, neoliberalizm ve güvenlik odaklı devletler tarafından sistematik ve eşitsiz bir biçimde üretilen bir şey olarak anladığı zamanlarda, sömürü karşısında kırılgan olmak hakkında konuşabiliyor olmamız gerekiyor. Burada kırılganlığın insan doğasının bir boyutu olduğunu veya hepimizin müşterek olarak paylaştığı bir şey olduğunu söylemek istemiyorum. O kadar da hümanist bir fikirden bahsetmiyorum. Hatta hiçbirimizin yalnızca kırılgan olmadığını düşünüyorum. Kırılganlık öznel bir tasarruf değildir. Mesela “Bugün kırılgan hissediyorum” diyebilirsiniz, ama bu sizin aslında ne karşısında kırılgan olduğunuzu tarif etmez. Gerçek şu ki, bizim her zaman bir şey karşısında kırılgan olduğumuzu, ki bu durumun da bizim dünyayla kurduğumuz ilişki, dünyaya muhtaç olma hâlimiz, dünyaya maruz kalma hâlimiz ve dünyadaki muhtelif koşullar tarafından kurulma ve yeniden kurulma kapasitemiz hakkında bir şey söylediğini düşünüyorum. Bu nedenle, kırılganlığın her zaman bir nesnesi ve bir koşulu olduğunu fark etmek önemli ve bu anlamda kırılganlık bir tasarruftan ziyade bir ilişki biçimi.

Bazı feministler yalnızca faillik ile ilgili sorulara odaklandılar; değişimi görme ve toplumsal dönüşümün koşullarını anlama arzumuz düşünüldüğünde bu anlamlı. Faillik aktivizm için elzem, faillik her türlü toplumsal ve siyasi dönüşüm için elzem. Fakat, bazı mahrumiyetler ve mülksüzleştirmeler karşısında kırılgan olmaktan bunlara karşı eyleme geçme durumuna nasıl geliyoruz? Bu soruyu sorduğumuzda, bir sıralama söz konusu olduğunu varsayıyoruz, fakat ne olduğunu anlamanın en iyi yöntemi bu olmayabilir. Benim bakış açımdan, bazı güçlerden etkileniyoruz ve aynı zamanda biz de bu güçlere etki ediyoruz ve bu önce mahrum bırakıldığımız, sonra başkaldırdığımız bir sıralamaya bağlı olmak zorunda değil. Fakat bu anlatı aktif direnişin içinde kırılganlığın olduğu –böylece, kırılganlığın üstesinden gelinmiş ya da kırılganlık geçmişe havale edilmiş olmaz- noktasını kaçıran sıralamaya bağlı bir ayrıma dayanıyor gibi görünüyor. Mesela Gezi’de polise karşı duruyordunuz, onlara maruz bırakılmıştınız, onlar karşısında kırılgandınız. Tüm maruz kalmalar kırılganlık içerir, bazı maruz kalmalar aktif ve kastendir. Kasten maruz kalmanın ardından ne gelir? Bazı insanlar bunu biber spreyi ya da biber gazına karşı yapar –kırmızılı kadın bu noktada çarpıcı bir örnektir.

[© Tolga Sezgin/NarPhotos]

Bu kasıtlı maruz kalma sizin kırılganlığınızı ortadan kaldırmaz. Bu daha ziyade kırılganlığın harekete geçirilmesidir. Kırılganlık veya bedenin maruz bırakılması üzerinden harekete geçilmesi hakkında bu şekilde konuştuğumuzda, kırılganlığın ve eylemin birlikte iş gördüğünü varsaymış oluruz. Burada yapmak istediğim ikinci tartışma ise sanırım kırılganlığın muhtaç olma hâliyle ilişkili olması. Hiçbirimiz dünyada tek başımıza olamayız ve toplumsal değişimi gerçekleştirmek için birbirimize muhtacız. Her türlü altyapısal koşula, üretim sistemlerine ve bakım, beslenme ve barınmanın dağıtımına muhtacız; bu altyapısal koşullar tamamıyla toplumsaldır, insanla ilişkilidir, insanı destekler fakat tipik özelliği insani olması değildir. Bizim özel, tekil failliğimiz bunlara bağlıdır. Bu, kırılganlık tartışmasını muhtaçlık tartışmasına bağlayan son derece önemli bir noktadır: Yaşam, kamu malları ve sosyal kurumlar için gerekli altyapı koşullarının yok edilişinden kaynaklanan fakirliğin farklı biçimleri karşısında kırılgan hâle geliyoruz.  Aynı şekilde, kimse yaşamın altyapı koşulları sağlanmadan yaşayamayacağı gibi, yine kimse başkalarına veya daha büyük sosyal kurumlara dayanmadan hareket edemez. Muhtaçlık ve kırılganlık eylemin koşullarıdır, fakat aynı zamanda eylemi şekillendirirler; tam da bu nedenle bunları mantıksal olarak ya da sıralayarak ayırmanın mümkün olup olmadığından emin değilim.

Ulusaşırı bir bağlamda farklı arka planlara sahip akademisyenlerle kırılganlık üzerine bir tartışma yürütmenin zorlukları var mı? Kırılganlığın bağlama dayalı bir kavram olduğu düşünüldüğünde, ulusaşırı bir bağlamda bu kavramı tartışmak bize ne gibi yeni kuramsal ve ampirik tartışmalar ve açılımlar kazandıracaktır?

Tartışmalarımızı kabaca şekillendiren iki kavram olan kırılganlık ve direnişin insanların kendilerini buldukları ya da içerisinde hareket ettikleri siyasi alanları ya da kendi siyasi durumlarını tasvir etmek için kullandıkları terimler olmayabileceği gerçeği konusunda çok dikkatliydik. Evvela bu konuda açık olduk. Grubun kompozisyonu ilginçti. Birleşik Devletler’den yalnızca iki kişi, Filistin’den bir kişi, Yunanistan’dan bir kişi, Kıbrıs’tan bir kişiydi ama o gelemedi, Fransa’dan iki kişi vardı biri gelemedi, üç Türkiyeli feminist, Arjantin’den bir kişi ve Belçika’dan bir kişi vardı. Bu tüm dünya değil, bu açık. Fakat oldukça ilginç bir kesit. Sormamız gereken sorulardan biri kırılganlık teriminin nasıl suistimal edildiği ve araçsallaştırıldığı üzerine olmalıydı. Örneğin, bazı Birleşmiş Milletler Protokolleri’nde, bazı insan toplulukları kırılgan nüfuslar olarak tanımlanıyor. Bu onların korunmayı hak ettikleri anlamına geliyor. Bu tespitin bir sorunu, söz konusu toplulukların kendi koşullarını dönüştürmek için ortaya koydukları ortak iradeyi veya bu topluluklar içerisindeki özgün hareketleri tanıyan dili muhatap almaması. Böyle bir kırılganlık tespiti daha paternalist bir iktidar biçimine hizmet edebilir.  Bu nedenle, bazı insanlar kırılganlıktan hiç bahsetmememiz gerektiğini öne sürdüler. İkinci olarak ise, hâkim gruplar “kırılganlık” iddiasında bulunabilirler: Bazı devletler veya bazı hâkim topluluklar yabancıların işgali karşısında kırılgan olduklarını iddia ediyorlar (ki Avrupa’da kırılganlık iddiası göçmenlik karşıtı siyasete destek olmaktadır). Hâkim siyasi partiler muhalif siyasi partiler karşısında kırılgan olduklarını iddia ediyorlar. Hâkim dinler marjinalleştirilmiş veya damgalanmış dinlerin saldırısı karşısında kendilerini kırılgan olarak tanımlarlar. Egemen güçler kendilerini kırılgan olarak resmedebilirler, tıpkı İsrail devletinin, her zaman, ama özellikle de militer saldırganlığını haklı çıkarmaya çalışırken yaptığı gibi (burada, karşı çıkılması gereken antisemitizm biçimleri ile Filistinlilere karşı savaş açmak için kullanılan antisemitizm suçlamasının araçsallaştırılmasını birbirinden ayırmak lazım). Dolayısıyla, kırılganlık teriminin araçsal kullanımları var, ki eminim bunlar karşısında hepimiz şüphelerimizi dillendiririz. Kırılganlık terimini kapsamaya dayalı bir siyaseti veya ataerkil iktidar düzenini destekleyen kullanımlarının zaman zaman olduğunu kabul etmek önemli. Fakat buradaki soru şu: Bu söylemlerin terimi sahiplenmesine izin veriyor muyuz? Karşı çıktığımız iktidar biçimleri tarafından araçsallaştırıldığı için terimi reddetmek zorunda mıyız? Kullanımı üzerine hegemonik bir mücadeleye girerek terimin başka bir amaç için kullanılmasını sağlayamaz mıyız? Yine de ona başvurmanın yollarını arayabilir miyiz? Bana öyle geliyor ki, son dönemde gördüğümüz, “işgal” gösterileri ile bir şekilde bir bağı olan gösterilerin çoğu, temel bedensel ihtiyaçların siyasileştirilmesine dikkat çekiyor. İnsanlar giderek şunu soruyor: Çocuklarımı doyuramamam ne anlama geliyor? Sürekli bir işimin olmaması, güvencesiz işgücü hâline gelmem, evimin benden alınmış olması veya semtimin bir otopark, alışveriş merkezi ya da otel binası inşa edilebilsin diye yok edilmiş olması ne anlama geliyor?

Bunlar barınmaya, sağlığa, yaşam süresine, toplum olmaya dair temel meseleler. Burada bedensel kırılganlığa dair önemli bir şey var. Bedenler kendi kendine yenilenmez veya kendi kendilerine harekete geçmez; birçok şekilde desteklenmeden öylece kalkıp yürümez, konuşmaz, hareket etmezler. Hepimiz yürümeyi desteklerle öğrendik, ve yetişkinler gibi yürüyebiliyorsak bunu yine desteklerle dolu bir dünyaya bel bağlayarak yapıyoruz. Hannah Arendt ile tartışmalarımdan biri İnsanlık Durumu’nda (The Human Condition) ayakta duran ve eyleyen adamların Agora’ya[ii] özgürce girmelerini, fikirlerinin savunuculuğunu yapmalarını, konuşmalarını ve eyleme geçmelerini sağlayan ücretsiz emeği her zaman verili sayması. Bence şu anda biz tam da tanınmış siyasi aktörlerin öne çıkmasını mümkün kılan bu ücretsiz işgücünün siyasileşmesini izliyoruz. Ama eğer böyle bir ayrımın gerektirdiği eşitsizliğin siyasi bir mesele olması gerektiğini –ve olduğunu– kabul edersek, o zaman ihtiyaç alanı ve altyapısal işler siyasi düşüncemizin kilit noktaları hâline gelir. Bence, artan güvencesizliğe odaklanan bir siyasetin yaptığı tam da budur. Güvencesizliğe dikkat çeken eylem biçimleri bu durumu siyasi alana taşır.

Türkiye’nin gündemine 2012 yazında düşen kürtaj yasağı tartışmalarını kırılganlık kavramı üzerinden düşündüğümüzde önümüzde karmaşık bir tablo beliriyor. Başbakan’ın kürtajı katliam olarak değerlendiren ifadelerinden ve Türkiye’de 1983 yılından bu yana yasal olan kürtajı yasaklama eğilimini açıklamasından sonra bir kısım feminist “Benim bedenim, benim kararım” sloganıyla bir kampanya başlattı. Fakat bu slogan feministler arasında da bir tartışma başlattı. Eleştirilerden biri bu sloganın yetişkin hamile kadınları ve onların haklarını babanın ve/veya Allah’ın iradesinin ve fetusun yaşama hakkının önüne koyduğu yönündeydi. Sizin kuramınızın otonomiyi ilişkisel bir kavram olarak ele aldığı düşünüldüğünde, bu sloganla ilgili sizin düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Kürtaj hakkını savunan kampanyalar için farklı sloganlar bulabilir miyiz, bulmalı mıyız?

“Benim bedenim, benim kararım” sloganı muhtemelen birey merkezli bulunuyor ve muhtemelen Batı ihracı bir söylem olarak birçok insanın tepkisini çekiyor. Belki de kadınların annelik konumlarına ve onların aile içindeki rollerine bir saldırı olarak anlaşıldı. Kürtaj hakları veya üreme özgürlüğü tartışması bazen Birleşik Devletler’de de bedenin mülk olarak görülüp görülmediğini sorgulamıştır. Buradaki varsayım bedenimin benim mülküm olduğudur (ve bedenlerin mülk olduğudur) ve bedenim üzerinde mülkiyet haklarım olduğudur. Böyle iddialarda bulunduğumuz zaman, mülk sahibi olan veya benliği üzerinde mülkiyet hakları olan birey gibi liberal idealleri onaylıyor mu oluyoruz? Bu düşünce, kendi kendilerinin sahibi olabildikleri ve başkalarının mülkiyetine girmedikleri anda Siyahların kölelikten kurtuluşu için faydalı olmuştu. Burada ilginç bir gelenek var –fakat mülkiyet paradigmasının farkında olmadan bedensel ilişkileri de kapsamak üzere genişletilmesi başka problemler üretiyor mu? Benim hissiyatım, bağlanmanın tek biçiminin aile olduğunu söylemeden de insan yaşamlarının diğer insan yaşamlarıyla yakından bağlantılı olması gerektiği düşüncesini kabul edebileceğimiz yönünde. Şunu da söyleyebiliriz: Kürtaj yaptırmaya karar veren kadınlar hayatlarının bu döneminde çocuk sahibi olmak için gerekli toplumsal ve ekonomik araçlara sahip değildirler ve burada düşünmemiz gereken, çocukları için yaşanabilir bir hayat sağlayıp sağlayamayacakları ve kendileri veya bakmakla yükümlü oldukları diğerleri için yaşanabilir bir hayatın devam edip etmeyeceğidir. Yaşadığımız dünyada giderek artan sayıda insanın özellikle de kadının -kadınlar yoksulluğa daha fazla ve farklı biçimlerde maruz kaldıklarından- kendisini ekonomik olarak esenlik veya güvenlik içinde hissetmediği  düşünüldüğünde, kadınların güvencesiz işgücü hâline gelmekle veya emeklerinin karşılığını alamamakla çok daha fazla karşı karşıya kaldığı söylenebilir.  Bunlar yeni bir hayatın dünyaya getirilme koşullarını bağlayan sorulardır ve bu hayatın dünyaya getirilmesinin kadınların hayatını yaşanabilir kılıp kılmayacağı ile ilgilidir. Açık konuşmak gerekirse, yaşamın ne zaman başladığına veya bedenin daha genel anlamda mülk olup olmadığına ya da benim mülküm olup olmadığına karar vermek zorunda olduğumuzu düşünmüyorum. Soruyu yeniden formüle etmemiz gerektiğini düşünüyorum, edelim ki olaya dahil olan herkesin yaşam koşulları hakkında konuşabilelim. Bir de şu var, bazı insanlar kürtaj yaptırıyorlar çünkü evlilik dışı hamile kalmaktan utanıyorlar. Evlilik dışında hamile kalmaktan bu kadar utanmasalar, evlat edinme veya çocuk bakımı konusunda onlara yardımcı olacak daha fazla kurum olsa daha az kürtaj olur. Kadınları evlilik dışı hamilelikler yüzünden ayıplayan bazı dini kurumların bir de onlara kürtajı yasaklaması gerçekten beni çok sinirlendiriyor.

Hazır siz de aile konusundan bahsetmişken isterseniz şu soruyla devam edelim. Biliyoruz ki, iş özellikle kırılganlık meselesine geldiğinde aile oldukça karmaşık ve zor bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Şu anki Türkiye hükümeti, neoliberalizmin hayatlarımızda ortaya çıkardığı kırılganlıkları, bizi heteroseksüel çekirdek aileyi yeniden inşa etmek ve toplumsal bağları sağlamlaştırmak üzere “aile”ye çağırarak, aşmaya çalışıyor. Devlet, bize ailelerimize geri dönmemizi ve/veya kendi ailelerimizi kurmamızı salık veriyor. Bu politikalara karşı verilen feminist yanıtlardan biri, şu sıralar “Aile Dışında Hayat Var” adlı kampanya üstünden yürüyor. Bu kampanya, esas olarak ailenin dışında ve ötesinde mutluluğun ve dayanışmanın mümkün olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda da eşitsizlik, baskı ve şiddet içeren aile ortamını eleştiriyor. Diğer taraftan ise, LGBTQİ bireyler aileyi terk etmek, ondan vazgeçmek yerine onun içine dahil edilmeyi talep ediyorlar, kendi ailelerini kurmak ve içine doğdukları ailelerin parçası olmak istiyorlar. Böylesi bir bağlamda, çeşitli kırılganlık biçimlerini bünyesinde barındıran bir kurum olan —aynı anda hem bu kırılganlıkların kaynağı olup hem de bunlara bir çözüm olabilen— aile kurumu ile ilgili görüşünüz nedir? Ayrıca, bildiğimiz “aile”nin dışında ne gibi destek mekanizmaları üretebiliriz?

Türkiye’deki durumu çok iyi bilmiyorum, ancak Zeynep’in (Gambetti) ve senin (Özlem Aslan) Türkiye’deki aile meseleleriyle ilgili olarak yazdığınız yazılardan bazılarını biliyorum.[iii] Ben bunun bir ‘ya bu ya o’ meselesi olduğunu, yani ya birini seçmelisin ya da diğerini gibi bir durum olduğunu düşünmüyorum: “Ben aileyi değil, topluluğu desteklerim,” ya da “Ben topluluğu değil, aileyi desteklerim” gibi bir şey yok yani. İnsanların evin içine girdiği ve dışına çıktığı “geçirgen (porous) aile” diye bir şey olduğunu düşünüyorum; bazı aileler, evlilik veya kan bağıyla birbirine bağlı olmamalarına rağmen o hanenin parçası olan insanları da içerecek şekilde genişleyebilirler. ABD’de bizim hane siyaseti dediğimiz bir mefhum var; hane, hem aileden hem de topluluktan biraz farklı bir şey. Bu mesele şu soru ile ilgili: Sizi hastaneye götüren insanlar kimler, mutluluğunuzu paylaşanlar, birine ihtiyacınız olduğu zaman sizin için orada olanlar ya da size destek veren temel yapı kimlerden oluşuyor? Bu insanlar, bazen geleneksel akrabalık bağları üzerinden tanımlanan çekirdek aile üyelerinin bir harmanı olabilir, bazen ise belki akrabalık bağıyla birbirine bağlı belki değil, belki de biyolojik veya ailevi olmayan bağları kapsayan bir akrabalık üzerine kurulu daha geniş bir ailenin mensupları olabilir. Şöyle ki, aile sahibi olmak isteyebilecek insanlar var, örneğin, “Çocuk istiyorum, aile istiyorum” diyen eşcinsel bireyler var. Eğer çocuk ve aile sahibi olmak istediklerini söylüyor ve ailenin toplumun en temel birimi olduğuna inanıyorlarsa, ve bu yüzden onun içinde olmak istiyorlarsa, böylesi bir akıl yürütmenin onlar için pek de hoşlanmayacakları sonuçları olabilir. Örneğin, eğer akrabalığın anlamının çekirdek aileyle sınırlı olduğunu düşünürsek, o zaman ailenin dışında geniş akrabalıklar kurmaya çalışanlarla aramızdaki bağları fiilen kırmış oluruz. Eğer bir aile kurmak ve bu ailenin, akrabalığın ve topluluğun çerçevesini genişleten daha büyük ilişkisel bir dünyanın parçası olmasını istersek, ancak o zaman bu aile, mahrem ve karşılıklı bağlılıklara dayalı hayatı dönüştürmeye çalışan büyük hareketin bir parçası olabilir, öyle değil mi? O durumda hem bir aileye sahip olabilirsin hem de aileyi mahremiyeti düzenleyen tek ya da en iyi seçenek olarak görmemiş olursun. Ben geçirgen aileye, farklı dünyaları içine alan, dünyayla hemhâl olmuş (worlded) aileye inanıyorum.

Siz kırılganlık üzerinden yapılan bir siyasetin kendini devletin müdahalesine ve onun paternalist korumasına açma riskini de beraberinde getirdiğini söylüyorsunuz. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada son on yıldaki kadın hareketlerini düşündüğümüzde, hukukun feminist mücadelenin en önemli alanlarından biri hâline geldiğini ve feministlerin hukuku daha eşit ve kadın dostu bir kuruma dönüştürmek için bu alana önemli yatırımlar yaptıklarını görüyoruz. Bu bağlamda, özellikle kâğıt üzerinde, nispeten de uygulamada, ciddi kazanımlar olduğunu görmezden gelemeyiz ancak, yaralarımızı onarmak için hukuka gittiğimiz her an devlete hayatlarımızı şekillendirmesi ve yönetmesi için alan açmış oluyoruz. Bu bağlamda, hukukun içinden ve onun aracılığıyla mücadelemizi sürdürürken bu paternalist bakış açısıyla şekillenen devlet kaynaklı müdahalelere karşı çıkmak için kullanacağımız araçlar neler olabilir? Eğer hukuk alanını tamamen terk etmeyeceksek, ki terk etmiyoruz, o zaman hukukla nasıl ilişkilenmeliyiz ki feminist aktivizm ve siyaset için verimli ve faydalı stratejiler ve araçlar geliştirebilelim?

Öncelikle, hukuka gitmek birden fazla anlama gelebilir. Eğer hukuka, kadınlar için eşit iş fırsatı veya eşit ücret sağlayacak ya da siyasi eşitliği güvence altına almak için çeşitli yollar sunacak bir yasayı geçirmek için gidiyorsak, o zaman yasalara dair değişiklikler yapmayı amaçlıyoruz demektir. Mesela şu anda Türkiye’de, insanlar yeni anayasanın yapımına dahil oluyorlar ve bundan sonraki hukuki davalar için başvurulabilecek anayasal eşitlik ilkeleri oluşturmak istiyorlar. Ancak hatırlayalım ki, sokakta cinsel tacize uğradığında ve yardım için polise gittiğinde de hukuka dönmüş oluyorsun, çünkü polis de hukukun bir kolu, bir aracı ve uzantısı; polis esas olarak hukuku uygulamak için orada ve hukuk devlet gücünün bir uzantısı, dolayısıyla böyle bir durumda doğrudan devlet gücünün merkezine gitmiş oluyorsun. Bunu da takip eden iki çeşit risk var. Eğer hukuka yasal veya anayasal reform yapmak için dönüyorsan, “Hukuk sürecin sonu mudur yoksa hukuk daha geniş siyasi bir süreçte sadece bir araç mıdır?” sorusu akla geliyor. Çünkü hukukun tek başına garanti edemeyeceği belli başlı siyasi değişimler vardır, bunlar kamuoyunda geniş çapta bir değişimi veya hukuk tarafından denetlenen veya denetlenmeyen temel değişimleri gerektirir, tıpkı medya denetiminde ve meselelerin medyada ele alınma şekillerinde veya diğer bürokratik yönetim biçimlerinde gerçekleşecek büyük değişimlerde olduğu gibi. Yönetim zihniyeti (governmentality) yöntemleri tarafından düzenlenebilen sağlık politikası genellikle, Foucault’cu anlamda, yasal rejimler değillerdir; onlar başka tür karar veya politikalarla düzenlenirler. Dolayısıyla, hukuk bir araç olabilir, bizim zaman zaman beğenmediğimiz etkileri de ortaya çıkarabilir, bu yüzden de hakkında stratejik olarak düşünülmeli. Ben yargı reformlarının siyasi dönüşümün son noktası olduğunu düşünmüyorum, hukuk iyi idare edilmesi ve kullanılması gereken bir araç bizim için. Örneğin, polisin durumunda bizim İngilizcede kullandığımız bir tabir vardır, “Hukuka başvurursan polise başvurursun” (“You turn to the law, you turn to the police”) ya da “Polis çağıracağım, suç duyurusunda bulunacağım” (“I am going to call the law on you”) deriz, “hukuk” her zaman “polisin” yerine geçer. Ben bununla ilgili olarak çok endişeliyim, zira birçok kadın ve gay/lezbiyen/trans birey tacize uğruyor. O durumda, biliyorsun ki, polise gitmek delilik olur. Birkaç yıl önce Kaos GL’nin desteğiyle Ankara’dayken saldırıya uğradıklarında yeniden saldırıya uğrayacaklarını bildikleri için polise gidemediklerini, polise gittikleri takdirde ya polis tarafından görmezden gelineceklerini ya da polisin tacizine maruz kalacaklarını söyleyen birçok trans bireyle tanıştım. Yani polisin kendisi sorun olduğu zaman, illaki “hukuka dayanmayan” güvenlik ağları oluşturacak başka yollara ihtiyacın olur, ve hukukun kendisi sorun olduğunda, mesela seçimler şaibeli olduğunda veya hukuk ya da polis zalim baskı yöntemleriyle işbirliği içinde olduğunda, halkın egemenliğini ifade etmek için halk iradesinin seçilmiş yetkililer veya var olan yasal rejimler tarafından layıkıyla ve yeterince temsil edildiği düşüncesine dayanan hukuktan başka yollara ihtiyaç duyarsın.

Kırılganlıklar üzerinden siyaset yapmanın beraberinde getirdiği bir kısıtlama da bireylerin veya grupların kendi kırılganlıklarına gömülüp kendi kırılganlıklarının diğerleri ile bağlantısını gözden kaçırmaları. Tabii bir de sizin sıkça tartışğınız “kırılganlıkların eşitsiz dağılımı” meselesi var. Bunları göz önüne aldığımızda, farklı kırılganlıklar arasında dayanışma kurmanın koşullarıyla ilgili olarak ne düşünürsünüz? Bunlar arasında bir hiyerarşi kurmadan böylesi bir dayanışma mümkün müdür? Burada kendi kırılganlığının farkında olan ve onlar üzerinden siyaset yapan muhalif gruplardan bahsediyoruz.

Eğer kırılganlık bir kimlik hâline gelirse o zaman bu terimin bütün siyasi maksadını kaçırmış oluruz ve bana tarif ettiğiniz şey yalnızca kendi kırılganlığının farkında olan ve bunları başka birininkine karşı savunan birtakım kimliklere işaret eder. Tam da bu yüzden, kırılganlıklar, hem kurumlarla ve tarihsel koşullarla hem de muhtaçlık fikriyle bağlantılı olmalı. Kırılganlıklar, ne bir kimlik ne de öznel bir eğilimdir; kırılganlık, altyapısal koşullar tarafından değişken bir biçimde desteklenen ve tehlikeye sokulan bir ilişkidir. Çünkü düşündüğünde, kırılganlık, ne kadar kişisel olursa olsun, aslında başka birinin de paylaştığı ya da potansiyel olarak paylaşabileceği bir koşul, ve bize ortak toplumsal gereksinimlerle ilgili bir şeyler söylüyor. Dolayısıyla, benim umudum, kırılganlığın özelleştirileceğini, kişiselleştirileceğini veya kimliğin temeli yapılacağını varsaymayan ittifak ve bağlılıklar ile ilgili siyaseten bir düşünme biçimi geliştirmek. Ben bunun bizi siyasi olarak bir yere götürmeyeceğini düşünüyorum. Kırılganlıklar üzerine düşünmemizdeki maksat, “Hepimiz kırılganız”ı iddia ederek siyasi yaşama dahil olmak değil; hayır, bu aslında güvencesizlik ve güvencesiz aktivizm ile ilgili olarak düşünebilmek ve sadece açlığa veya işsizliğe değil, aynı zamanda polis gücüne veya gözetim sistemlerine maruz kalmanın ne anlama geldiği ile ilgili düşünebilmek. Kolektif olarak bu maruz kalma hâlinin üstesinden nasıl geleceğiz, bununla nasıl çalışacağız, hatta bunun ışığında kendi hareketlerimizi nasıl hesap edeceğiz? Bir kere, maruz kalmama gibi bir imkân yok. Birdenbire kırılganlığımız, ihtiyaçlarımız, toplumsal gereksinimlerimiz olmadan olamayız. Tamamen savunulan ya da tamamen fail olamayız; bu ancak bir hâkimiyet fantezisi olur. Fakat kırılganlık daha kapsamlı muhtaçlığa dayalı bir sosyallik anlayışına yol açar ise, ancak o zaman benim düşündüğüm politik işlevi yerine getirmiş olur: Birbirine muhtaç, insan olanlar da dahil olmak üzere yaşam süreçlerini şekillendiren ve birbirine bağlayan altyapısal koşullara muhtaç bir sosyallik.

Biraz da özellikle bugünkü feminist hareketle ilişkili olarak “başkalarının kırılganlıklarına etki etmek” mefhumuyla ilgili konuşmak istiyoruz. Son zamanlardaki tartışmalardan biri kadın hareketinin STK’lar aracılığıyla devletleşmesi, ki bu devletleşme, bazı kadınları kırılgan bireyler olarak kurmayı ve eşitsiz iktidar ilişkileri kuracak şekilde eğitimli kadınlara bu kırılgan kadınları “kurtarma” rolünü vermeyi de içeriyor. Feministler ve feminist siyaset yapan insanlar olarak başka insanların kırılganlıklarıyla nasıl ilişkilenebiliriz?

İçinde kırılganlığı belirli bir nüfusa yerleştiren ve kırılgan topluluklar kategorisiyle ilişki içinde ortaya çıkan paternalist bir iktidar biçimini içeren söylemlerden bahsettik. Feministler de paternalist olabilirler, ve sık sık oluyorlar da, özellikle de, diyelim ki, Kuzey Amerikalı fon kuruluşlarından gelip ve yine diyelim ki, Kuzey Afrika’daki bazı koşulları düzeltmeyi amaçlayıp, orada, bölgedeki feministlerin ne yapmak istediklerinden çok uzakta olan, fonlanabilecek araştırma ve aktivizm biçimleri öngördükleri zamanlarda. Eğer biri kırılganlık ile direnişin birlikte nasıl hareket ettiğini anlamak istiyorsa, o zaman bizim, feminist örgütlenme yoksulluk veya baskı durumlarında nasıl var olur, dili ve stratejileri ne olur, hareketin örgütlenmesi nasıl olur meselelerini anlamamız gerekiyor. Dolayısıyla, birinci dünyadan, imtiyazlı sınıflardan veya elit kurumlar içinden olan bizler için soru şudur: “Biz bu bölgelerin içinde ortaya çıkan direniş biçimleri üzerinden nasıl çalışabiliriz ki gerçekten faydalı olsun?” Örneğin, ben burada İstanbul’daki Türk feministleri ve onların Kürt kadın özgürleşme hareketiyle nasıl ilişki kuracaklarını düşünüyorum. Elbette ki, burada Türk feministlerin gelip de “Sizin yapmanız gereken bu, bizim özgürlüğümüz var veya biz Batı’ya daha yakınız veya bu yönde gitmeniz Suriye’den uzak kalmanız gerek” gibi şeyler veya buna benzer şeyler söylemesi yanlış olur. Ama, doğrusu burada Kürt kadınlarıyla birlikte çalışan birçok kişiyle tanıştım, onlar bunu ortak çalışmayla yapıyorlar ve esasen onların kendi direniş biçimlerinin neler olduğuna, kendilerini nasıl anladıklarına, dil üzerinden aktivizmlerine ve bazı durumlarda militan duruşlarına dair çok şey öğreniyorlar. Ben bu hareketleri öğrenmek, anlamak ve bu hareketlerle çalışmak için hiç de paternalistik olmayan yolların olduğunu düşünüyorum; bu yollar, birinin sahip olduğu iktidarı inkâr etmesi demek de değil, aksine kendi iktidarından faydalanırken en etik yolun ne olacağını anlamak demek. Birçoğumuzun bu mücadeleler dışında yapabileceğimiz işler var, tanıtım yapmak, medyanın meseleleri ele alış şekillerini değiştirmek, bildiriler yayımlamak; bunlar paternalistik bir gündemle gelmekle veya bizden daha az şanslı olan herkesin bizim feminizmin nasıl olması gerektiğine dair düşüncelerimize ve amaçlarımızı ifade etme biçimlerimize uymasını sağlamaya çalışmakla aynı şey değil.

Gezi Parkı protestolarını ve Wall Street İşgali ile başlayan hareketleri karşılaştırmak gibi bir çabaya giriştiğimizde, bu hareketlerin en önemli ortak özellikleri olarak kendiliğindenlikleri ve beklenmezlikleri ortaya çıkıyor. Hayret, özgürlük ve samimiyet gibi duyguların aynı anda yaşanmasına olanak verdi bu kendiliğindenlik ve beklenmezlik. Protestolar sırasında ortaya çıkan tartışmalardan biri de bu hareketin sadece hükümeti değil, var olan muhalif hareketleri ve organizasyonları da şaşırtması oldu. Yaşanan, bütün taraflar için yeni bir siyaset şekliydi. Bu tarz toplumsal hareketlerin kendiliğindenliğinin ve beklenmezliğinin faillik kavramımızı nasıl değiştirdiğini düşünüyorsunuz?

Bu çok güzel bir soru. Bu konuda söylemek istediğim, ancak pazar günü konuşma yaptığımda daha çok Gezi hakkında konuşmam talep edildiğinde söyleyemediğim birçok şey var. Yani, Kahire’de olduğum zamanı hatırlıyorum ilk -ve demeliyim ki- ve tek devrimden önce. Yemek masasında da birçok kişiye sorduğumu hatırlıyorum, Mübarek’e karşı geniş çaplı bir hareketlenme, bir isyan olup olamayacağını. Arkalarına yaslanıp güldüler bana, ve dediler ki “Asla!” Hayır, dediler, olamaz; burada olamaz. Güldüler bana. “Şarabı uzat seni naif Amerikalı.” Ve tabii ki, o “asla”, olmayacağını düşündükleri şey, olmaya başladı. Şimdi, bu siyasi anlamda çok önemli bir an. Çünkü, o “asla” belirli bir dünya görüşü üzerine kuruludur. O “asla”, yerleşik bir dünya görüşüne dayanır. Hepimizin “asla” olmayacağını düşündüğümüz siyasal umutları vardır. Siyasal umutlarımızın gerçekleştirilemez olduğunu söylemek siyasal gerçekçiliğinizin işaretidir, ve de böyle bir umuda sahip olmanın naifliğinin veya cehaletinin de. Belki umutsuzluk hissiyatı içinde olmak neredeyse dayanılmaz olduğu için onun imkânsız olduğunu söyleyerek kendimizi umuda karşı koruruz. Yani, o dünya görüşünü inşa edersiniz. O dünya görüşü hayal edebileceklerinin sınırlarını belirler, hatta gerçeklik algınızı bile. Düşünebileceklerinizin ve beklentilerinizin sınırlarını belirler, dolayısıyla duygusal alanı düzenler. O, bir anlamda ötesinde geleceğin düşünülemez olduğu huduttur. Ve ansızın bu sınır parçalanmaya başlar, ve bu inanılmaz derecede heyecanlandırıcı bir andır. Belki ilk başta hafife alırız onu: “Bu sahte bir umut!” deriz. Ancak bir noktadan sonra olabileceğini bilmediğiniz bir şeyin olmaya başladığını kabullenmeye başlarsınız; bu demektir ki kendinizi yeni bir şeyi bilmeye hazırlıyorsunuzdur. Belki bazı şüpheleriniz, temayülleriniz, ya da çok nadiren de olsa o olasılığa dair kısa anlarınız olmuştur, fakat sonra kendinize izin vermemişsinizdir çünkü naif görünürsünüz o zaman ya da kendinizi aptal hissedersiniz, ya da umuda sahip olmak dayanılmaz hâle gelmiştir. Ancak o naifliğin tekrar yaşama şansına sahip olması çok güzel bir şeydir, oluşmakta olan bir gerçekliğe bir şekilde işaret etmesi, ne kadar süreliğine olursa olsun.

“Kabullenilmiş karamsarlıklarımız”dan öğreneceğimiz şeyler olduğunu düşünüyorum, ve de bunların hayal gücümüze ve siyaseten mümkün olanın ne olduğu hakkındaki fikrimize getirdiği zamansal kısıtlamaları tekrar üretmesinden. Farklı bir gelecek fikrinden vazgeçeriz çünkü imkânsız olanı özlemek istemeyiz. Yani benim tahminim, o karamsarlığın veya o derinleşmiş sınır algısının kırılmasıydı Gezi’de yaşananların bir kısmı. Yine tahminimce, insanlar gayet iyi biliyorlardı sonunda devletin, yani polisin, gelip müdahale edeceğini ve insanları dağıtacağını, inciteceğini, yaralayacağını, bazılarını öldüreceğini, parkı özelleştireceğini, ve kazanacağını. Yani beklenen bir yenilgi algısı hep vardır. Ancak şu anda İstanbul’da gerçekten ilginç bulduğum şey, konuştuğum çoğu insanın yenileceklerini bildiklerini söylemelerine rağmen, yeni bir umuda sahip olmaları. Çünkü, ne zaman ve nasıl olacağını bilmeseler dahi, yeni ittifaklar oluşuyor, gelişiyor, ve bunlar yine kamusal bir şekil alacak; belki çok sayıda insan tekrar sokaklara çıkacak veya belki direniş ulusal veya küresel medyada şekillenecek, veya başka kurumlarda, veya kültürel ve sanatsal olarak –mutlaka bir şekilde devam edeceğini hissediyorlar, ne zaman veya nasıl olacağını henüz bilmeseler bile. Ancak burada bir fark var. Sadece şu anda hangi şekilde olacağını bilmedikleri için bunun “asla” olmayacağını düşünmüyorlar artık. O karamsar “asla” Gezi’de havaya uçmuş gibi görünüyor. Bir direnişin ne şekilde olacağını bilmemek onun hiçbir zaman olmayacağını düşünmekle aynı şey değildir. Bu, Gezi’nin ürettiği bir epistemik kırılma olarak dikkatimi çekti: Ne düşünülebileceği, hissedilebileceği ve yapılabileceğiyle ilgili derinlere kazınmış bir engelin kaldırılması. Gezi hareketi durdurulduktan sonra daha fazla karamsarlık beklemiştim, ancak burada karşılaştığım durum hiç de öyle değil.

Sanırım, açıkça beklenmeyen bir şey de ilk etapta ağaçları kurtarmak adına bir hareketin başlamış olmasıydı; o ağaçlar ki, yaşayan nesneler, bu ulusun tarihine ve halk meclislerinin tarihine ait organik yaşamlar. Meclisler buralarda gerçekleşirdi. Bunlar, kamusal alanın ve halk meclislerinin tarihinin ulusal gösterenleridir. Bu aynı zamanda uzun zamandır süregiden Türkiye’nin modernizasyonu tartışmasının bir parçası olan özelleştirme eleştirisine dönüştü, ya da her zaman öyleydi. Ekonomik modernizasyon, ancak neye rağmen? Ve tabii ki ondan sonra, polisin varlığıyla onaylanan ve güçlendirilen devletin otoriter karakteri itirazların hedefi hâline geldi çok çabuk bir şekilde. Yani harekette etken olan en aşağı üç boyut mevcut. Peki başka neler oluyor? LGBTQI bireyler toplumda daha önce sahip olmadıkları kadar görünürlüğe sahip oldular; sonra solcular vardı, işçiler, insan hakları savunucuları. Ve aynı zamanda, tabii ki, bende çok merak uyandıran antikapitalist Müslümanlar gibi bir kısım Müslüman gruplar da vardı  ki onları daha iyi anlamak isterim. Son olarak Kürt anneleri, su hakları savunucuları ve sokakta cinsel tacize karşı duran feministler. Ve düşünüyorum da, tamam, bu bayağı harika bir şey. Sonra bir kısım işçiler, ve de futbol taraftarları –futbol işin içine girdiği zaman milli kimlik ve onun maskülen karakteri de devreye giriyor. Eğer maskülen ulusal tahayyülün içinde bir bölünme oluşursa, o zaman “Türklük” hakkında bir şeyler de sorguya açılır. Devlet toplanan insanlara, bir şekilde futbol ile alakaları varsa “çapulcular” deyip geçemez!

Ve evsizler.

Ve bu parkın gerçek sahibi olan evsizler. Bu Occupy Wall Street hareketinde de çok geçerliydi. Evsizler Occupy Wall Street oluşumunda da önemli bir mesele oldular. Beklenmedik meclisler Türk olmanın ne demek olduğu konusunda farklı bir düşünme biçimi sunması açısından çok önemli görünüyor. Biz kimiz? Biz şimdi kimiz? Biz bu noktada neye dönüşüyoruz?  Bir nüfus, bir toplum olarak veya başka bir şekilde, kendi kendini kurma açısından ne derece yeni bir fırsat bu? Sanırım böyle bir heyecan daha önce hiç olmayacağını düşündüğünüz bir şeyin mümkün olduğunu hissetmekle ortaya çıkıyor. Ancak polis ve polis devleti, polisin gücü ve yöntemleri, gözaltına alma ve hapsetme pratikleri, ve taciz, hatta işkence burada belirgin şekillerde mevcut. Bu hepimizin gözetimin ve polis şiddetinin artırıldığı güvenlik rejimlerinde yaşamadığı anlamına gelmiyor –Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de, benim kampüsümde olan şey de buydu, Davis’te polis biber gazı kullandığında da. Bu örnekler buradaki polis taktikleriyle benzerlikler gösteriyor, ancak buradaki hapsedilme tehdidi toplumun genelinde daha yaygın bir şekilde işliyor. Bu gerçekten bir fark yaratıyor ve burada çok önemli bir mücadele alanı olarak kalacak.

Belirli mekânların belirli süreler zarfınca işgal edilmesi, birbirinin bedensel ihtiyaçlarını karşılamak ve aynı zamanda o mekânı düzenlemek için kolektif karar alma mekanizmaları geliştiren  geçici bir sosyal grup/kitle ortaya çıkarıyor. Gezi Parkı, örneğin, devlet veya devletvari bir aygıtın müdahalesi olmadan hayatlarımızı nasıl yönetebileceğimizi görmek açısından önemli bir deneyim oldu. Çünkü biliyorsunuz Türkiye’de bir devlet fetişizmi var. Devlet olmadan var olamayacağımızı düşünüyoruz. Bu deneyim devlet ve siyaset hakkında farklı bir bilgi üretiyor. Bu bilgi, siyaseti, devletin egemenliğini ve devleti görme şekillerimizi nasıl değiştirir sizce?

Böyle meclisler, Gezi’deki gibi, daha ziyade gayri resmi ve kendiliğinden oluşan kendini yönetme biçimlerini içerirler. Ancak, anında gelişen bir işgalde bile, şöyle sorular hemen ortaya çıkar: Meclis kendini nasıl yönetir? Yazılı olmayan kurallar var mıdır? Yemek nerede? Tuvaletler nerede? Bu mekânlar ve görevlerden kimler sorumlu? Revir nerede? Böylece, bu oluşum deneysel ve doğaçlama bir toplum hâline gelir. Nasıl davranılması gerektiği hakkında normlar ve gelenekler olabilir, ancak bir anayasa, bir kanun yoktur. Adına anarşist sosyallik diyebileceğimiz doğaçlama mekânlardır bunlar, ya da belki küçük çaplı sosyalizm birimleri. Anarşist sosyallik halkın egemenliğinin bir parçasıdır bana göre. Bu insanların kendini yönetme eylemlerine girişmesi ile alakalıdır. Halk egemenliği genellikle bir çeşit devlet formuna dönüşür. İnsanların nasıl bir devlet formuna karar verdiğini veya devlet formunun onların kendilerini yönetme eylemlerinden nasıl doğduğunu anlatan erken siyasal liberalizm hikâyelerini biliriz. Ancak, bana öyle görünüyor ki bunun gibi meclisler halk egemenliğinin –ve devlet aygıtlarının dışında kendini yönetmenin– nasıl işlediğini görmemizi sağlar. Yani, bize bütün devletlerin halkın egemenliğine dayandığını hatırlatır, halk egemenliğinin meşruiyet verdiği veya üzerinden kendi güvenliğini sağladığı devleti aslında nasıl aştığını da. Ancak, bildiğim çoğu devlet halk egemenliği kontrol etmeye veya onu devlet egemenliği içine hapsetmeye çalışıyor. Ben halkın egemenliği ve devlet egemenliği arasındaki analitik ayrılığı korumanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bildiğimiz gibi, insanlar devlet tarafından temsil edilmezler aslında. Ancak yine, “insanlar”ın kim olduğunu bilmek de gerçekten mümkün değildir. Meydandakiler “insanları” temsil etmeseler dahi insanların kim olduğu sorusunu ortaya koyarlar, ve bu terim üzerine yeni bir hâkimiyet mücadelesi başlatırlar. Açıkça görüldüğü gibi, birçok Türk insanı Gezi’de olanlardan hoşlanmıyordu; yani “Türkiye insanı” dediğimiz insanlar çok derin hatlarla birbirinden ayrılmış durumdalar. Ancak burada ortaya çıkan, kısa bir süreliğine olsa bile, insanların toplanması, devlet aygıtının dışında ve ona karşı kendilerini yönetmeleriydi, ki bu halkın egemenliğinin devlet tarafından kontrol edilmediğinin çok güçlü bir hatırlatıcısıdır.

Gezi Parkı protestolarında kamusal alanda gerçekleşen demokrasi talebi seçimle başa gelen hükümetin temsil ettiği insanların haklarına saygısızlık olarak suçlanmıştı. Başbakan bu hareketleri yüzde 50’nin iradesine karşı gelen demokrasi karşıtı hareketler ilan etmişti. Kamusal alanları işgal ederek taleplerini belirten bu hareketlerin seçim siyasetini ve meşruiyetini nasıl sorunsallaştırdığını düşünüyorsunuz?

Hiçbir seçilmiş hükümet insanlar olmadan meşruiyete sahip değildir. Yani bu tamamen saçmalık. Ancak söylediğinizde gördüğüm gerçek soru şu: Devlet gücü ve medya arasındaki ilişki nedir ki hükümet medyanın eleştirel bir yorum sunmasına veya kinayeli bir şekilde bile haber iletmesine mahal vermeden istediği şeyleri söylemek için medyayı kullanabiliyor? Bence devlet ve medya arasındaki ilişki sorgulanmalı ve bu farklı yöntemlerle yapılmalı. Bu her zaman buradaki gibi bir halk meclisi ile gerçekleşemez. Ancak buradaki gibi halk meclisleri taleplerini duyurabilmek adına her zaman kamusal medyaya ihtiyaç duyar. Yani, şanslıyız ki çoğu Türk medyasında gösterilene karşıtlıklar sunacak sosyal iletişim ağları ve uluslararası medya mevcut. Tamamı değil ama çoğu medya, değil mi? Ancak Türkçe kaynaklarda durum nasıl bilmiyorum. Ve bunun toplumun fikrini etkilemede gerçekten çok etkisi var. Yani, basına daha fazla özgürlük sağlayacak her türlü karşı çaba, gelecekteki her kitlesel hareket için çok önemli olacaktır. Ve burada bu konuda duyduğum hikâyeler yüzünden gerçekten endişe duydum.

Böyle hareketler aynı zamanda neoliberalizmin yarattığı yalnızlık hissine karşı da iyi iş çıkardı gibi görünüyor. İnsanlar bu hareketlerde deneyimledikleri gündelik karşılaşmalardan ve birlikteliklerden çok hoşlandılar sanki. Biz bunun neoliberal zamanların yarattığı sinikliği kırabilecek bir potansiyel taşıdığını düşünüyoruz. Siz bu karşılaşmaların ve birlikteliklerin, halk egemenliği, insanların iradesi ve gücü hakkındaki düşünceleri nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Çünkü biliyorsunuz siyaset “sıkıcı”, insanların konuşmak istemediği ve  parlamentoda olan bir şeydir. Bu hareketlerde  insanlar siyaset yaptılar ama aynı zamanda eğlendiler de.

Sanırım bu bizi yine sosyallik sorusuna getiriyor. Bilmiyorum, ancak buradaki insanlardan duyduğum kadarıyla Gezi’de, geçici ve deneysel bir anarşist sosyallik ortaya çıkmış. Anarşist derken kaotikliği kastetmiyorum, devlet aygıtları olmadan kendini yönetmeyi kastediyorum, uyguladıkça ortaya çıkan normlar ve geleneklerle kendi kendini yönetme biçiminden bahsediyorum, ki bu çok ilginç. Hatırlamamız gereken şu ki, siyasetin önemli bir kısmı kitlesel veya taban hareketi olarak anlaşılmalı, veya kültürel veya toplumsal siyaset olarak görülmeli. Yaratılan iletişimlerde ve yoldaşlıklarda, seçimlerde aday olmakla aynı olmayan siyaset biçimleri mevcuttur. O zaman, birtakım dogmaları uygulamak yerine yeni bir şey yaratıyorsundur, yeni bir şey oluşur. Bilmiyorum burada nasıl ama, çoğu başka yerde insanlar tekrar edilmesi zorunlu olan bazı dogmalar olduğunu hissettikleri, kendilerinden oraya dahil olmak adına bu dogmaları tekrar etmeleri istendiği, ve bunlara katılmazlarsa dışlanma riski ile karşı karşıya kalacaklarını hissettikleri zaman siyasal hareketlere katılmak konusunda sinik davranırlar. Fakat siyaset, yeni bir beraber yaşama ve beraber hareket etme biçimi hâline gelirse başka bir siyaset algısı ön plana çıkar. Bunlar çok nadir yaşanan anlardır, tahminen Arendt’in kurucu an veya başlangıç olarak alacağı anlardır; neoliberal şartlar altında, fakat aynı zamanda, devletin otoriter denetiminin arttığı ve kamusal alanların yoğun şekilde gözetildiği ve denetlendiği zamanlarda, bulunması zor olan anlar. Kitlesel direnişlerin zevkli, keyifli yönleri vardır. Bu sadece insanlar hayat koşullarını beraber değiştirdikleri için değil, aynı zamanda beklenmeyen şekillerde oluşan, umudun tekrar yaşamasına izin veren  bir dönüşümün parçası oldukları için. Seminerde kamusal mutluluk hakkında konuşuyorduk. Benim tahminim çoğu insan siyasal hareketi toplumsal mutlulukla ilişkilendirmiyor. Ama belki şimdi ilişkilendiriyorlardır; o zaman bir daha ki sefere neler olacak göreceğiz!

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

 


[i] Burada Butler’ın interdependency kavramına gönderme yapılıyor. “Interdependency” kelimesinin Türkçedeki karşılıkları bağlılık, dayanışma, karşılıklı dayanışma. Biz burada muhtaçlık kavramını fakirlik yani yoksulluk anlamıyla değil Türkçede çok sık kullanılan “komşu komşunun külüne muhtaçtır” ifadesindeki bir şeye gereksinim duyma anlamıyla kullanıyoruz.

 

[ii] Agora antik Yunan kentlerinin siyasi merkezidir. Kelimenin anlamı toplanma alanı veya meclistir. Atina kentinin Agora’sı demokrasinin doğduğu yer olarak bilinir.

 

[iii] Aslan, Özlem & Zeynep Gambetti. “The Return to ‘Family Values’: Unmasking the Alliance Between Neo-Liberalism and Neo-Conservatism in Turkey,” “Sexual Nationalisms: Gender, Sexuality, and the Politics of Belonging in the New Europe,” adlı Uluslararası Konferans’ta sunulan bildiri, Amsterdam Üniversitesi, Ocak 27 & 28, 2011.

 

Leave a Reply