Alexis Pauline Gumbs ‘“Hiçkimse” Daha Fazlasını İfade Eder: Siyah Feminist Pedagoji ve Dayanışma”’ adlı makalesinde June Jordan ve Audre Lorde’un 60’lardan 80’lerin sonuna kadar devlet üniversitesinde verdikleri eğitim ve o dönemde yazdıkları yazılardan yararlanarak eğitim, direniş pedagojisi, dayanışma ve ötekiyle ilişkilenme temalarını tartışıyor. Yazar Lorde ve Jordan’ı tekil özneler almak yerine onların pratiklerini sömürge ve ırkçılık karşıtı yazının yarattığı direniş ve dayanışma külliyatı içine yerleştirir ve sistem içi bir kurum olarak üniversitenin aynı anda direniş ve iktidar tarafından belirlenen karmaşık dinamiklerini anlamaya çalışır.
Simten Coşar “Akademinin Bitmek Bilen Koridorları: Eril Çivilerden Boşalan Yerlere Feminist Dikişler” adlı yazısında Türkiye’deki akademinin şu anda içinden geçtiği süreci bir kötüleşme olarak değil, neoliberal kapitalizm ile ilişkisi üzerinden okuyarak akademinin bugünkü hâlini aslında geçmişteki problemlerin bir kriz olarak ortaya çıkması olarak tanımlıyor. Bu durumda geçmişte akademisyenlere örnek verilebilecek altın bir çağ olmadığını fakat feminist pratiğin bu anlamda ilerici tartışmalara öncülük edebileceğini ifade ediyor. “Peki nasıl bir akademi?” sorusunu sorarken feminizmi çağırmanın, erkek çivilerin yerine kadınların örgülerini, dikişlerini, boyalarını, yamalı bohçalarını kullanmanın etik sorumluluğumuz olduğunu hatırlatıyor.
Samar Yazbek'in Çapraz Ateşte Bir Kadın: Suriye Devrim Günlükleri (A Woman in the Crossfire: Diaries of the Syrian Revolution) (2012) ve Ahdaf Soueif'in Kahire: Benim Şehrim, Bizim Devrimimiz (Cairo: My City, Our Revolution) (2012) adlı kitapları Suriye'deki ve Mısır’daki savaşa ve yıkıma ilk elden tanıklık eden güncelerdir. Hem Yazbek hem de Soueif meydanlarda ve sokaklarda zulme karşı direnenlerin öznel hikâyelerini kamusal olanla birleştirerek çokkatmanlı bir tanıklık ortaya koyar, devrimi ve direnişi yeniden tanımlar. Deniz Gündoğan "Mısır Devrimi'nden Çapraz Ateş Altındaki Kadına: Savaş ve Zulüm Karşısında Etik Tanıklığın Olanağı" adlı makalesinde bu iki günceye odaklanarak “edebiyat felakete tanıklık edebilir mi?” ve “tanıklığın feminist etik zemini oluşturulabilir mi?” sorularını irdeliyor.
Feminist hareketler, farklı dönemlerde farklı temaları ön plana çıkarmışlar, bu temalardan da hareketle, diğer muhalif hareketlerle işbirliği içine girmişlerdir. Linda Gordon ‘‘Sömürge Karşıtı Mücadeleler Bağlamında Feminizm’’ başlıklı yazısında, feminist hareketlerin tarihinden yola çıkarak, feminizmin tek bir tanımının yapılamayacağının, farklı feminizmler, farklı feminist politikalar olduğunun altını çiziyor. Bu çerçevede Linda Gordon, Filistin İntifadalarına odaklanıyor, kadınların Birinci İntifada ve İkinci İntifada’ya katılım oranlarını ve biçimlerini karşılaştırmalı biçimde inceliyor.
1980 yılında İzmir’de doğan Zeyno Pekünlü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Sanatta yeterliliğini de aynı bölümde tamamlayan Pekünlü daha sonra University of Barcelona’da Sanatsal Üretim ve Araştırma alanında da yüksek lisans derecesi aldı. Zeyno Pekünlü şimdi İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. “Beni Osman Öldürdü” adlı sergisi 11 Aralık 2012-19 Ocak 2013 tarihleri arasında gerçekleşen sanatçı 2009 yılında İstiklal Marşı’nı yapıbozuma uğratarak çeşitli görsellerle birleştirdiği “Çiftdüşün 1” adlı eseriyle İspanya’da Valls Bienali’nde ödüle layık görüldü. Zeyno Pekünlü işlerinde toplumsal cinsiyet, milliyetçilik, milli semboller, ulusu inşa eden değerler gibi konuları sorunsallaştırıyor. “Artistryourself” oyunu, “Balkan Shadows”, “Text Book For Knowledge of Life” sanatçının işlerinden bazıları.[i] Zeyno Pekünlü’yle “Beni Osman Öldürdü” sergisi, feminizm, sanat ve aktivizm arasındaki ilişki üzerine sohbet ettik.
[i] Zeyno Pekünlü’nün çalışmaları http://zeynopekunlu.blogspot.com’dan takip edilebilir.
Bu metin, New York’ta 23-24 Eylül 2011 tarihlerinde Bernard Kadın Araştırmaları Merkezi’nin (Bernard Center for Reseach on Women) 40. yıldönümünde düzenlenen, 23 Eylül 2011 tarihli “Aktivizm ve Akademi: Feminist Akademi ve Eylemin Kırk Yılını Kutlamak” isimli söyleşinin gözden geçirilmiş versiyonudur.
Joan Scott’un “Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi” makalesi toplumsal cinsiyeti, analitik bir kategori olarak gündeme getiren ve bu bağlamda, yalnızca tarih alanındaki değil, genel olarak sosyal bilimlerdeki hakim paradigmalara eleştirel bir perspektif geliştiren öncü bir makaledir. Scott, toplumsal cinsiyeti tarihsel bir kategori olarak önerirken, kadınların tarihsel özneler olarak yeniden gündeme getirilmesinin ötesine geçerek, tarihyazımının kendisinin yeniden yapılandırılmasını önerir. Scott, bu tartışmayı yürütürken, toplumsal cinsiyet kategorisinin sınıf ve ırkı da kapsayacak şekilde yeniden tanımlanması gerektiğini söyler. Toplumsal yapıdaki diğer hiyerarşi kategorilerini de kapsayacak bir şekilde tanımlanan toplumsal cinsiyet kategorisi, feminist siyasi stratejiler geliştirilmesi sürecinin de önünü açacaktır.
Joan Scott bu yazıda, hayatındaki çeşitli dönüm noktaları üzerinden eleştirel tarihi kavramaya yönelik serüvenini okuyucularla paylaşıyor. Çocukluk yıllarından itibaren bilgi ile kurduğu ilişkiyi; lise ve üniversite yılları boyunca ve halen politikanın hayatını ve akademik alandaki tercihlerini nasıl şekillendirdiğini; yol boyunca politik, aktivist bir akademisyen olarak kimliğini oluşturmasında katkısı bulunan fikirleri ve düşünürleri aktarıyor. Joan Scott'un kendi deneyimlerinden hareketle ve tarihsel bir perspektifle oluşturduğu bu makalede feminist eleştirel bir tarih yazımı arayışında karşılaşılan zorluklar, yaşanan karşılaşmalar, bilginin üretimi ve aktarımı noktasında hissedilen heyecan ve bilgi/iktidar ilişkilerinin sorgulanmasında tarihsel analizin önemi de ele alınıyor.
Bu makalede, 1975 yılının Haziran ayında kurulan İlerici Kadınlar Derneği’nin 12 Eylül 1980’e kadar, yaklaşık 5,5 yıl içinde 15.000 üye sayısına ulaşarak geldiği özel konumun incelemesi amaçlanmaktadır. Ancak kadın örgütlenmesinin bu kadar yaygınlaşması için 70’li yılların ortalarına kadar neden beklemek zorunda kalındığına ve 1975-1980 arası dönemde kitleselleşmeyi sağlayan faktörlerin neler olduğuna kısaca bakmak gerekmektedir. 1970’li yıllar Türkiye solunun, işçi hareketinin en güçlü olduğu yıllardır. Bu hareket içinde kadınlar da kendilerine yer açtılar ve alanlarını genişletmeyi başardılar. 1970’ler sonrasındaki gelişmelerin temeli aslında 1960’larda atılmıştır. Türkiye İşçi Partisi’nin ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun kurulması, işçi hareketinin güçlenmesi sonucunu da doğurmuştur. 1968 hareketi, genel olarak öğrenci hareketi niteliği taşımaktaydı. İşçi hareketinin, daha doğrusu solun genel olarak siyasete damgasını vurması 1973 genel seçimlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Uluslararası Demokratik Kadınlar Federasyonu’nun (UDKF) önerisiyle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1975 yılını Dünya Kadınlar Yılı, 1975-1985 yıllarını ise kadın on yılı ilan eder. Avrupa'daki sosyalist ve komünist partiler de ayrı kadın örgütlenmesine ağırlık vermeye başlar. Türkiye'deki sol hareket ise bu gelişmeleri henüz tartışmaktadır. 1975 yılından sonra, özellikle İKD’nin kuruluşundan itibaren daha yaygın olarak sosyalist kadın dernekleri kurulmuş ve ayrı kadın örgütlenmesinin 'sınıf mücadelesini böleceği' söyleminden yavaş yavaş uzaklaşılmaya başlanmıştır. Daha doğrusu, kadınların özgül sorunlarından yola çıkarak onları 'sınıf mücadelesine' katmanın yolları aranmıştır. İKD ise o dönemde kurulan ilk sosyalist kadın derneğidir.
karışamıyorum bazen dünyaya, hani huzursuz bir iki kelime edip, vuruyorum ya kendimi sıradanlığa, acı şokuna girip beklemekten solmuş haberlere, yazsonlarına, gündönümlerine benziyorum ya…