Skip to main content
Sayı 45 | 2024

Küresel Üreme Adaleti Üzerine

Söyleşiyi yapan: Seda Saluk

Çeviren: Seda Saluk

Denizli-Northampton, Temmuz 2024

 

Feminist Yaklaşımlar’ın bu sayısında, üreme hakları ve özgürlüklerine yönelik dünya çapındaki güncel saldırıları ve bu saldırılara karşı mücadele stratejilerini tartışmak üzere feminist akademisyen ve aktivist Loretta J. Ross ile bir araya geldik. Ross, Smith College’da Kadın, Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları Programı’nda doçent. “Üreme adaleti” kavramını oluşturanlardan birisi ve SisterSong: Women of Color Reproductive Justice Collective’in (Kızkardeşlik Şarkısı: Renkli Kadınlar Üreme Adaleti Kolektifi) kurucu üyesi. Üreme hakkı ve sosyal adalet kavramlarını birleştiren üreme adaleti, çocuk sahibi olmama hakkını, çocuk sahibi olma hakkını ve çocukları güvenli ve sağlıklı ortamda yetiştirme hakkını savunuyor. Ross’un üreme adaleti üzerine üç kitabı bulunuyor: Undivided Rights: Women of Color Organize for Reproductive Justice (Bölünmemiş Haklar: Renkli Kadınlar Üreme Adaleti İçin Örgütleniyor) (South End Press, 2004); Reproductive Justice: An Introduction (Üreme Adaleti: Bir Giriş) (University of California Press, 2017); ve Radical Reproductive Justice: Foundations, Theory, Practice, Critique (Radikal Üreme Adaleti: Temel, Teori, Uygulama, Eleştiri) (Feminist Press, 2017).

On Global Reproductive Justice: An Interview with Loretta J. Ross

For this issue of Feminist Approaches, we met with feminist academic and activist Loretta J. Ross to discuss the current attacks on reproductive rights and freedoms across the world as well as strategies to fight against those attacks. Ross is an Associate Professor at Smith College in the Program for the Study of Women, Gender, and Sexuality. She is one of the co-creators of the “reproductive justice” framework and among the co-founders of the SisterSong: Women of Color Reproductive Justice Collective. Reproductive justice combines the concepts of reproductive rights and social justice and argues for the right not to have a child, the right to have a child, and the right to parent children in safe and healthy environments. Ross has co-written three books on reproductive justice: Undivided Rights: Women of Color Organize for Reproductive Justice (South End Press, 2004); Reproductive Justice: An Introduction (University of California Press, 2017); and Radical Reproductive Justice: Foundations, Theory, Practice, Critique (Feminist Press, 2017).

 

Seda Saluk: Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Feminist Yaklaşımlar dergisi için sizinle söyleşi yapmak benim için büyük bir onur. “Üreme adaleti” kavramını oluşturanlardan birisiniz ve SisterSong: Women of Color Reproductive Justice Collective’in (Kızkardeşlik Şarkısı: Renkli Kadınlar Üreme Adaleti Kolektifi) kurucu üyesisiniz.[1] Üreme adaleti kavramı nasıl ortaya çıktı, kavramın temel özellikleri nelerdir?

Loretta J. Ross: Üreme adaleti kavramını Temmuz 1994’te oluşturduğumuzda on iki siyah kadındık.[2] Üç yıl sonra SisterSong Kolektifi kuruldu ve örgütlenme çerçevesi olarak “üreme adaleti”ni seçti; bu nedenle kavramın popülerleştirilmesine önayak oldu. 1994’te şunu fark etmiştik: Kürtaj politikaları üzerine çalışan kişilerin asıl odaklanması gereken mevzu kadınların hamile kalmadan önce hayatlarında neler olup bittiği olmalıydı. Kadınlar sağlık hizmetlerine erişimde zorluklar, ekonomik güvencesizlik, eğitim olanaklarına erişimde sıkıntılar, devlet, birey veya aile kaynaklı şiddet, ya da benzeri herhangi bir insan hakkı ihlaliyle karşı karşıya iseler, bütün bu deneyimler hamile kalıp kalmayacaklarını ya da planlanmamış bir hamileliği sürdürmeye veya sonlandırmaya karar verip vermeyeceklerini etkileyecektir. Kürtaj konusunda hem yaşam taraftarı [pro-life] hem de tercih taraftarı [pro-choice][3] hareketleri, tartışmayı hamilelikle başlatıp kadınların hamilelikten önce hayatlarında neler olup bittiğiyle ilgilenmedikleri için eleştirmiştik.

Üreme adaleti, kadınların hayatlarında olup bitenlere dayanarak nasıl kararlar aldıklarına dair bütünsel bir bakış açısı oluşturmaya çalışarak işe başladı. Eğer kadınların karşılaştıkları engellere yönelik çözümleri yoksa, planlanmış bir gebeliği kürtajla sonlandırmak zorunda kalabilirler. Bu engellere yönelik iyi çözümleri varsa, planlanmamış bir gebeliği devam ettirmeyi ve bebeği doğurmayı tercih edebilirler. Kadınların nasıl karar aldıklarını anlamak için onları bütünsel, insan haklarına sahip bireyler olarak görmelisiniz. Kadınların aldıkları kararlar herhangi bir ideolojiye, kiliseye, hayatlarındaki erkeklerin veya hükümetin söylediklerine göre değil, yaşamlarında karşı karşıya kaldıkları gerçek sorunlara göre şekillenir.

Üreme adaleti kavramını 1994’ün Temmuz ayında oluşturduk.[4] Kavramı oluşturduktan sonra onu tanımlamamız gerekiyordu. Üreme adaletini öncelikle hamile kalıp kalmamaya karar verme hakkı olarak tanımladık. Bu hak, herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanıp kullanmama hakkını, hamile kalındığı ve hamileliğin sonlandırılmak istendiği durumlarda kürtaj olma hakkını ve kişi için uygunsa cinsel ilişkiden kaçınma hakkını içerir. Bu tanım, tercih taraftarı [pro-choice] hareket olarak adlandırılan çizgiyle benzer bir noktaya getiriyor bizi.

Bunun haricinde, bir kadının hamileliğini sürdürmeye karar vermesi durumunda, çocuk sahibi olup olmayacağına, ne zaman çocuk sahibi olacağına, kaç çocuk sahibi olacağına ve bu çocukları hangi koşullarda doğuracağına karar verme hakkına sahip olduğuna inanıyoruz. Elbette bu hak, yalnızca nitelikli tıbbi bakıma erişim hakkıyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda ebe veya doula kullanma hakkını, hastanede doğum planına saygı gösterilmesi hakkını, tıbbi olarak gerekli olmayan sezaryen gibi gereksiz müdahalelere maruz kalmama hakkını da içeriyor.

Üreme adaletinin üçüncü ilkesi muhtemelen en kapsamlı olanı çünkü kadınların çocuklarını güvenli ve sağlıklı ortamlarda yetiştirme hakkına da sahip olmaları gerektiğini söylüyor. Bu ilke savaştan, yoksulluktan, çevre sorunlarından ve silahlı şiddetten uzak ortamlarda yaşama hakkını; güvenli okullara, temiz içme suyuna ve yiyeceğe erişim hakkını ve benzeri diğer tüm insan haklarını kapsıyor. Temmuz 1994’te kavramı bu şekilde tanımlamıştık.

Daha sonra, Eylül 1994’te Mısır’ın Kahire kentinde düzenlenen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’na katılma şansım oldu. Küresel Güney’deki kadınlar, oldukça sınırlı olan ABD Anayasası’na sığdırmaya çalıştığımız, yukarıda bahsettiğim hakları talep etmek için insan hakları çerçevesini kullanıyorlardı. Küresel Kuzey’den bir kadın olarak bunu öğrenince çok mutlu oldum. Bu hakların hiçbirisi ABD Anayasası’nda yoktu. Üreme adaleti kapsamındaki taleplerimizin aslında insan hakları talepleri olduğunun farkına vardım. Böylece 1994’te insan hakları; üreme adaletinin ahlaki, siyasal ve yasal zemini hâline geldi.

On yıl sonra, 2004’te, SisterSong’un QPOC kısaltmasıyla adlandırdığımız Kuir İnsanlar Komitesi, orijinal üreme adaleti çerçevesinin genişletilmesi gerektiğine karar verdi. Çerçeveyi, bedensel özerklik, cinsiyet kimliği, cinsel haz, çocuk sahibi olma veya olmama haklarını da içerecek şekilde genişlettiler. Üreme adaletini ayrıca “kadın” teriminin ötesine de geçerek diğer hamile insanları da kapsayacak şekilde kullanmaya başladılar. Bu beklenmedik bir şey değildi ve oldukça mutlulukla karşılandı. Her grup, üreme adaletini kavramın ilk ortaya atılmasından itibaren geçen son 30 yılda kendi ihtiyaçlarına göre uyarladı. ABD’deki yerli kadınlar üreme adaletini, bir insan hakkı olarak egemenlik ve kendi kaderlerini tayin etme hakkını da kapsayacak şekilde kullanıyorlar. ABD’deki göçmen kadınlar kavramı kullandıklarında, bir insan hakkı olarak vatandaşlık hakkından da bahsediyorlar.

Üreme adaleti çerçevesi 2005 yılında Asya Üreme Adaleti Toplulukları (ACRJ) tarafından bir başka biçimde genişletildi, en azından yeniden tanımlandı veya iyileştirildi.[5] ACRJ, yayımladıkları bir raporda üremeye yönelik baskıların üç ana eksende gerçekleştiğini belirtiyordu: Üreme sağlığı ekseni, üreme hakları ekseni ve üreme adaleti ekseni.[6] Üreme sağlığı ekseni, bireylere doğrudan hizmet veren doktorlar, hemşireler, hastaneler ve ebeler gibi sağlık hizmeti sağlayıcılarını içeriyor. Daha sonra, savunuculuk kanadı olan üreme hakları ekseni geliyor. Bu eksen, bireyler hangi yasal sisteme tabi iseler, o sistem içerisinde verilen yasal haklar mücadelesini kapsıyor. ABD’de bu eksene [kürtaj konusunda] tercih taraftarı [pro-choice] hareket veya üreme özgürlüğü hareketi diyoruz. Üçüncü eksen olan üreme adaleti ekseni ise insan hakları temelli örgütlenme pratiklerini içeriyor. Üreme adaletini sağlamak için diğer tüm hareketleri bir araya getirmeyi amaçlıyoruz. İster ekonomik adalet olsun ister ırka dayalı adalet, ister çevre adaleti olsun ister barış hâline kavuşma, ailelerin refaha ermeleri ve iyi bir hayat yaşamaları için gerekli olan her türlü koşula odaklanıyoruz. Bu, bireyin sahip olduğu hakların ve onu bekleyen şeylerin ötesine geçerek içinde bulunduğu toplumu veya bağlamı göz önünde bulundurmayı gerektiriyor. Örneğin kayıtdışı bir göçmen, sağlık hizmetlerine erişimde kayıtlı bir göçmenle ya da vatandaşlık hakkı olan birisiyle aynı olanaklara sahip değildir. Bu durumda, göçmen haklarına üreme adaleti perspektifinden de bakmamız gerekir. Engelli bir kişinin bedensel özerklik haklarına gösterilen saygı, engelli olmayan birisinin bedensel özerklik haklarına gösterilen saygıyla aynı değildir. Üreme adaleti hareketi, üreme hakkı ve üreme sağlığı savunucularıyla birlikte çalışarak üreme adaleti sürekliliği dediğimiz durumun savunuculuğunu yapar.

Seda: Bahsettiğiniz gibi, feminist gruplar arasında üremeye yönelik adaletsizliklere karşı politikalar geliştirilirken farklı yaklaşımlar öne çıkıyor. Özellikle kürtaj hakkı mücadelesinde, kürtajın “bireysel bir tercih” olduğu uzun süredir öne çıkan bir söylem. Bireysel tercih feminizmi ya da tercih taraftarı [pro-choice] feminizm kürtaj kararını devletin değil bireyin vermesi gerektiği fikrinden yola çıkıyor. Devletin elini kadınların bedenlerinden çekmesi gerektiğini söylüyor ancak eğitim, sağlık, çocuk bakımı gibi alanlardaki sorumluluğuna dair fazla bir söz üretmiyor. Sizin bireysel tercih söylemine yönelik yaklaşımınız nedir? Adalet temelli bir feminist mücadelede bu söylemin sınırlarını nasıl tarif ediyorsunuz? Üreme adaleti çerçevesi, bu yaklaşımdan pratik olarak nasıl farklılaşıyor?

Loretta: Elbette kürtaj da dahil olmak üzere, üremeye dair bütün kararlar bireyin kendisine bırakılmalıdır.  Aynı zamanda, devletin bireysel kararların uygulanabilmesi için uygun ortamlar yaratma yükümlülüğü vardır. Örneğin, derslerimde de bu örneği veriyorum, uçağa binme hakkınız var diyelim. Hükümet size nereye gideceğinizi, nasıl uçacağınızı, uçup uçmamanız gerektiğini veya hangi havayolunu kullanacağınızı ya da varış noktanızın ne olması gerektiğini söyleyemez. Bu sizin bireysel seçiminizdir. Devletin yükümlülüğü üç şekildedir. İlk olarak, uçakların güvenli olmasını sağlamakla, düşmemesini temin etmekle yükümlüdür. Ayrıca bilet ücretlerini düzenlemesi ve ücretlerin herkes için erişilebilir olmasını sağlaması gerekir ki uçağa binmek sadece özel jetleri olan milyarderlerin tekelinde olmasın. Hükümet düzenlemeleri sayesinde, bilete erişebilen herkesin uçma hakkı olmalıdır. Hükümetin erişime dair bir başka sorumluluğu da havaalanlarının insanların ulaşabileceği yerlerde olmasını sağlayarak kişilerin bu haktan yararlanabilmelerinin önünü açmaktır. Hükümetin uçma veya oy kullanma konusundaki yükümlülüğü, bu eylemleri güvenli, karşılanabilir ve erişilebilir kılmaktır. Bunlar, kişilerin bireysel haklarını kullanabilmeleri için gerekli olan koşullardır.

Aynı benzetmeyi kürtaja uygularsanız, hükümetin yükümlülüklerinin neler olduğu ortaya çıkar. Size kürtaj yaptırıp yaptırmayacağınızı söyleyemez ama kürtajın güvenli, karşılanabilir ve erişilebilir olmasını sağlamak zorundadır. Aynı yükümlülük oy verme konusunda da geçerlidir. Aynı yükümlülük ev satın almaya karar verdiğinizde de geçerlidir. Hükümet, bunlar gibi pek çok bireysel kararın uygulanabilirliğini sağlamakla yükümlüdür. Kürtaj karşıtları, hükümetin bireysel kararların uygulanabilirliği için gerekli olan koşulları güvenli, karşılanabilir ve erişilebilir hâle getirme yükümlüğünü konu kürtaja geldiğinde yok sayma eğilimindeler.

Seda: Üreme adaleti çerçevesi, sadece kürtaj ve çocuk sahibi olmama hakkına odaklanmamamız gerektiğini söylüyor. Aynı zamanda çocuk sahibi olma hakkına ve onları yetiştirme koşullarına da odaklanmamız gerektiğinin altını çiziyor. Üreme adaleti kavramının ABD’de ortaya çıkmış olmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. ABD, çocuk sahibi olunduğunda daha da yoksullaşılan bir yer. Çok pahalı ama aynı zamanda çok kötü sağlık sonuçlarının alındığı bir sağlık sistemi var. Gelişmiş ülkeler arasındaki en yüksek anne-çocuk ölüm oranı ABD’de. Özellikle de siyah ve yerli kadınlarla çocukları, beyazlara kıyasla çok daha yüksek ölüm oranlarına sahip. Devlet, ücretli doğum ve ebeveynlik izni sağlamıyor. Eğitim çok maliyetli. ABD aynı zamanda dünyanın en zengin ve sağlık sistemine en çok harcama yapan ülkelerinden birisi. Bu çelişkiyi nasıl yorumlamalıyız?

Loretta: ABD, neoliberal ırkçı kapitalist düşünce tarafından yönetiliyor. Halkımıza bakamayacak durumda değiliz; sadece iktidardaki seçkinlerimizin farklı öncelikleri var. Örneğin askeri harcamalara öncelik veriyoruz, aşırı zengin insanlar için vergi indirimlerine öncelik veriyoruz, sağlık hizmetlerini özelleştirmeye, gıdaya ve eğitime erişim dahil her şeyi özelleştirmeye öncelik veriyoruz. Daha iyi bir sistemi inşa edemeyecek durumda olduğumuzdan değil, kaynaklarımızı insanların daha iyi bir sistemden faydalanacağı şekilde kullanacak siyasi iradeye sahip olmadığımızdan bu durumdayız.

İçinde bulunduğumuz durumun bir başka nedeni de ne yazık ki ABD halkının insan hakları çerçevesinden bihaber olmasıdır. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin varlığından halkın sadece yüzde yedisi haberdar. İnsan hakları eğitimini eğitim sistemi dışında tutmak için 1948’den beri muhafazakârlar tarafından kasıtlı bir kampanya yürütülüyor. İnsan hakları eğitimini komünist komplo ya da şeriat yasası olarak adlandırıyorlar; onu müfredatın dışında tutabilmek için daha pek çok şey söylüyorlar. Gençlerin tarihi doğru bir şekilde ögrenmelerini bırakın, artık tarih eğitiminin kendisinin bile yasaklanması gerektiğine yönelik kampanyalar düzenleniyor. Kendilerine hiçbir katkıda bulunmayacak harcamaları ya da vergi indirimlerini desteklemeleri için kasıtlı olarak manipüle edilen ve bilgisiz bırakılan bir nüfusumuz var.

Önemli olan, bir ülkenin sahip olduğu servetin miktarı değil, o serveti harcamayı nasıl önceliklendirdiğidir. Bütçe ahlaki bir belgedir. Size kimin hayatının önemli, kimin hayatının önemsiz olduğunu gösterir. Hakikati bulmak istiyorsanız, söylem ne olursa olsun, paranın nasıl harcandığına bakmanız gerekiyor.

Seda: Bahsettiğiniz gibi, üreme adaleti sadece kadınların insan hakkı meselesi değil, aynı zamanda bir ekonomik adalet meselesi. Üreme adaletinin hem ABD özelinde hem de küresel ölçekte ekonomik adaletle nasıl bir bağlantısı var? Finansal ya da ekonomik krizler, üremeye dair adaletsizleri nasıl besliyor? Derinleşen yoksulluk ve üreme adaletsizlikleri birbirini nasıl etkiliyor?

Loretta: Bedeni üzerinde söz sahibi olmayan her insan, sosyal desteklerden yoksun rekabetçi bir ortamda ciddi anlamda dezavantajlı olacaktır. Örneğin erken ebeveynlik; kadınlar, erkekler ve LGBT bireyler için bir sorun teşkil edebilir. Erkenden ebeveyn olmak, özellikle de bu durum eğitiminizi veya barınmanızı etkiliyorsa, kendinizden başka bakmanız gereken insanlar olduğu için sizi rekabet etme noktasında dezavantajlı bir duruma sokacaktır. Genç kızların hamile kaldıkları veya erkeklerin hastalandıkları için evden atıldıkları örnekler biliyoruz. AIDS sırasında, COVID-19 sırasında bu tarz durumlarla karşılaştık. Bunlar sadece biyolojiyle ilişkiliymiş gibi görünse de aslında ekonomik kararlar.

ABD’de okullara ne kadar fon sağlanacağı o okulun bulunduğu posta koduna göre belirlenir. Bu durum yaşadığınız posta koduna göre çocuğunuzun daha iyi mi yoksa daha kötü mü eğitim alacağını belirler. Yolların ve köprülerin nasıl onarılacağı yine posta koduna göre belirlenir. Eğer fakir bir mahallede yaşıyorsanız ve çocuğunuzun okula erişimi varsa, oraya güvenli olmayan yollardan ve köprülerden geçerek gidecektir. Onu okula götürecek bir otobüs yoksa uzun mesafeler yürümek ve tehlikeli mahallelerden geçmek zorunda kalacaktır. İyi bir ulaşım sistemine erişiminiz yoksa, bu durum doğum öncesi kontrolleriniz için doktora gidip gidemeyeceğinizi veya çocuklarınızın okula gidip gidemeyeceklerini, ders çalışmak için bir kütüphaneye gidip gidemeyeceklerini belirler. Eğer sağlıklı yiyecek satın alabileceğiniz yerlerin olmadığı, gıda mamullerine erişimi zor olan bölgelerde yaşıyorsanız, bu durum sizi ve çocuklarınızı etkileyecektir. İç çatışma ya da savaş olan bir bölgede yaşıyor olabilirsiniz. Bütün bunlar, üreme adaleti meselesiyle bağlantılıdır.

Her türlü ekonomik faaliyet üreme adaletiyle bağlantılıdır çünkü her devletin ve imparatorluğun orduları için, işgücü için, ekonomileri için bedenlere ihtiyaçları vardır. Hangi bedenlerin değerli olduğuna ve hangilerinin olmadığına karar verme yetkisinin kimde olduğu da bir üreme adaleti meselesidir.

Seda: Öte yandan sadece ABD’de değil, tüm dünyada bir bakım krizi olduğunu biliyoruz. Hükümetler daha fazla çocuk veya artan bir nüfus istediklerini söylemelerine rağmen bakım ekonomisine giderek daha az yatırım yapıyorlar. İyi durumdaki ekonomilerde bile, bakım sorumluluğu olan kişilere yönelik sınırlı bir kamu desteği var. Feministler bakım ekonomisindeki adaletsizliklerin giderilmesi için şimdiye kadar farklı stratejiler savundular. Örneğin, Ev İşi İçin Ücret Kampanyası’nda olduğu gibi ev işi ve bakım işinin ücretli hâle getirilmesini öne sürdüler[7] veya cinsiyete göre eşitlikçi bir ekonomik düzene dayalı mor ekonomiyi savundular.[8] Üreme adaleti çerçevesi, bakım krizine yönelik ne gibi çözümler sunuyor?

Loretta: Bahsettiğiniz her şeye ek olarak tarihi doğru bir şekilde anlamak da gerekiyor.  II. Dünya Savaşı sırasında, erkeklerin çoğu savaşa katıldıkları için işgücünde kadınlara ihtiyaç doğdu. ABD hükümeti ekonominin devamı için kadınlara muhtaç olduğundan çocuk bakımını ücretsiz olarak karşıladı. Bunu yapmaya dair siyasi irade olduğunda ücretsiz çocuk bakımı hizmetinin mümkün olduğunu tarihimizde gördük. II. Dünya Savaşı’ndan beri aktif bir savaşta bulunmadık elbette. Kore’deki ya da Vietnam’daki gibi düşük yoğunluklu çatışmalar veya Ortadoğu’dakilerin yani sıra dünyanın diğer yerlerinde dahil olduğumuz onlarca düşük yoğunluklu savaşı saymıyorum tabii. Çalışabilen herkesin çocuk bakımına veya bakım desteğine sahip olmasını sağlamak için siyasi bir iradeye ihtiyaç var. Buna yaşlı bakımı ve engelli insanlara yönelik bakım da dahil. Bu desteği sağlamak siyasi bir öncelik olarak görülmüyor artık. Aslında, ABD’nin bu kadar zengin olmasının nedenlerinden biri, bakımı özelleştirmesi ve bu emeğin çoğunu ücretsiz olarak kadınların omuzlarına yüklemiş olması. Ancak bu durum, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olmamızın nedenlerinden biri olarak değerlendirilmiyor ve GSYİH [gayri safi yurtiçi hasıla] hesaplamasına dahil edilmiyor.

Elbette bu durumla mücadele ediyoruz. 1980’lerde aile izni ve tıbbi izin[9] için savaştığımızı hatırlıyorum, ancak o zamanki liberal feministler ücretli aile izninin asla kazanılamayacağına inanıyordu, bu yüzden ücretsiz aile izni için uğraştılar. O zamandan bu yana geçen 40 yıldır, ücretli aile izni elde etmek için savaşmaya gayret ediyoruz. Ücretsiz aile izniyle yetinmemiz gerektiğine asla inanmadım. Siyasi bir zafer elde etmek için daha savunmasız insanları feda etmeyi doğru bulmuyorum. Sanayileşmiş ülkelerdeki temel insan hakları standartlarını yakalamak için önümüzde uzun bir yol var. Aslında, Avrupa Birliği ve Kanada’nın ABD’yi [Birleşmiş Milletler] İnsan Hakları Komisyonu’ndan çıkarmasının nedeni de buydu.[10] Temel insan hakları standartlarını sürekli olarak ihlal edip ardından diğer ülkelerin insan hakları konusunda ne yapmaları gerektiğiyle ilgili patronluk taslayamayız. İnsan Hakları Komisyonu’ndan çıkarıldığımızda basında ABD’yi kovanın Küba ve Rusya olduğu iddia edildi, ancak bu doğru değildi. Bizi kovanlar Kanada’daki ve Avrupa Birliği’ndeki en yakın müttefiklerimizdi. “İnsan hakları konusundaki zayıf performansınızla bizi temsil edemezsiniz. İnsan hakları taahhütlerini ve uyumluluğunu artırmıyor, azaltıyorsunuz.” dediler. ABD seçmenlerinin bu uluslararası anlaşmalarda, normlarda ve standartlarda neler olup bittiğine dair çok az bilgisi var. Medya, insan haklarına dair yükümlülüklerimiz haricindeki şeylerle çok daha fazla ilgileniyor.

Seda: İnsan hakları ihlallerinden bahsetmişken, tüm dünyada kürtaj hakkına yönelik baskılar da artıyor. Örneğin 2006 yılında Nikaragua’daki Ulusal Meclis, ülkedeki genel seçimlerden hemen önce kürtajı tamamen yasakladı. Benzer bir şekilde, Polonya Anayasa Mahkemesi de 2020’de kürtajı tamamen yasaklayarak tıbbi zorunluluk durumlarında dahi güvenli ve yasal kürtaja erişimi zorlaştırdı. 2022 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, kürtajı anayasal bir hak olarak tanıyan ve yaklaşık elli yıldır yürürlükte olan Roe v. Wade kararını bozdu. Bu noktaya nasıl geldik sizce? Bu küresel gelişmeler bugün üreme adaleti talebini nasıl etkiliyor?

Loretta: Tarih boyunca, kadınların bedenlerini kendi amaçları doğrultusunda kontrol etme hakkına sahip olduklarına inanan otoriterler olmuştur. Bu otoriterler, Antik Roma’da İmparator Augustus’un seçkin Romalı kadınlara daha fazla çocuk sahibi olmalarını emretmesinden bugüne dek, kadınların bedenlerini yönetmeyi kendi emellerini gerçekleştirmek için gerekli gördüler. Hitler, kadınların âdet dönemlerini takip ediyor, daha fazla çocuk sahibi olan insanlara nakit ödemeler yapıyordu. Uygulayıp uygulamayacağını bilemeyiz ama Orbán da şu an aynı şeyi yapmayı düşünüyor. Bu, insanları davranışlarını ve fikirlerini kontrol ederek yönetmeye çalışan ataerkil otoriterlerin standart senaryosu.

Özellikle Ortega ve Nikaragua beni hayal kırıklığına uğrattı. Nikaragua halkıyla beraber pek çok dayanışma çalışması yapmış, orayı birkaç kez ziyaret etmiştim. Ortega o zaman bir despot değil, özgürlük savaşçısıydı. İktidarı bırakmayacaktır. İnsanların iktidara gelmek için pek çok harika vaatte bulunup iktidara geldiklerinde onları oraya getiren insanları terk etmeleri beni hayal kırıklığına uğratıyor. Sonrasında sadece onları iktidarda tutacak oligarkları destekleme eğiliminde oluyorlar ki Ortega da bunu yaptı.

Ataerkil toplumlar genellikle böyledir. Ataerkil iseler, otoriter de olurlar ve sadece kadınların bedenlerini değil, tüm bedenleri devletin bir malı olarak görürler. Savaşlarda kimin öldürüleceğine, ekonomiye kimin katılacağına, toplumsal faydadan kimin yararlanacağına kendileri karar verirler. Bu yüzden her zaman feminist bir devrim gereklidir.

Öte yandan Elon Musk gibi sperminin çok değerli olduğunu düşünen ve yeni bir koloni kurmak için onu Mars’a göndermeyi teklif eden insanlar da var. Bu tarz tekno-öjenistler konusunda da endişelenmemiz gerekiyor. Bunlar soylarının daha üstün olduğuna inandıkları için olabildiğince çok ve kısıtlama olmaksızın üremeye teşvik edilmeleri gerektiğini düşünen, sakıncalı gördükleri kişilerin üremesinin ise doğum karşıtı politikalarla kısıtlanmasını isteyen kişiler. Bu, çok eskiden beri bildiğimiz geleneksel öjenik tutumun bir örneği.

İşin komiği bütün bu otoritelerin özgünlükten ne kadar yoksun oldukları. Sanki ellerinde tek bir senaryo varmış ve bildikleri tek oyun buymuş gibi. Onlara karşı koyabiliriz çünkü hepsi aynı şeyi yaptıkları için ne yapacaklarını biliyoruz. İronik olan şu ki, eğer gerçekten çocukların uygun şartlar içinde büyümelerine ve insanların aile kurmasını teşvik etmeye inanıyor olsalardı, bunları gerçekleştirmek için ücretsiz sağlık hizmetlerine, çocuk bakımına, güvenli ortamlar sağlamaya, savaşları engellemeye, sağlıklı ve başarılı çocuklar yetiştirmek için gerekli olan kamu politikalarına yatırım yaparlardı. İnsanları daha fazla çocuk sahibi olmaya teşvik edecek bu tarz şeyleri uygulamıyorlar, hatta tam aksini yapıyorlar. Çocukların içine doğup büyüyeceği sistemi oldukça distopik hâle getiriyorlar ve çocuk sahibi olmaya teşvik etmeye çalıştıkları insanların bu durumun farkında olduğunu göremiyorlar. Ancak aynı sistemin seçkinlerin çocuk sahibi olması için ideal koşullara sahip olduğunun farkındalar, ki bu da zaten onların asıl önemsedikleri şey.

Seda: ABD ve Avrupa’daki “tradwives” (geleneksel eşler) hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu hareketin takipçileri, kadınların evde kalma ve ailelerine bakma hakkına sahip olmaları gerektiğini savunuyor, aşırı geleneksel cinsiyet rollerine geri dönülmesini istiyorlar. Söylemleri sağcı politikacıların söylemlerine benziyor. İki tarafın açıklamaları da erkeklerin geçim sağlayıcı ve kadınların ev hanımı olduğu, sadece iki cinsiyetin var olduğu, göçmenlerin sayıca azınlıkta olduğu hayali bir geçmiş kırsal hayat özlemi barındırıyor. Ancak teşvik edilen şey mevcut ekonomik sistemde toplumun çoğunluğu için mümkün olmayan bir hayat. Günümüz ekonomik ve politik ikliminde bazı kadınlar için “geleneksel eş” olmanın artan cazibesini nasıl anlamalıyız?

Loretta: “Geleneksel eşler”i, daha doğrusu geleneksel eş olma mitini, üzüntüyle karşılıyorum. Kendilerini mutlu, ayrıcalıklı ve değerli gösterme çabalarına rağmen bu ekonomik model kadınlar için geçmişte oldukça kötü sonuçlar doğurdu. Bu yüzden Betty Friedan 1963’te Kadınlığın Gizemi’ni yazdı.[11] Yaldızlı bir kafes en nihayetinde hâlâ bir kafestir. Gönüllü hizmetkarlık hâlâ köleliktir. Bazı kadınlar, gönüllü baskıya boyun eğerlerse, ataerkillikten fayda sağlayabileceklerine ve ataerkinin onları koruyacağına inanarak biz feministlerin “ataerkil pazarlık” dediği şeyi yapıyorlar. Bu kadınlar hayatlarındaki gerçekleri (şiddeti, ekonomik bağımlılığı, gerçek benliklerini ikincil konuma itmelerini) genellikle gizliyorlar çünkü kendilerinin ataerkilliğe karşı savaşan kadınlardan daha akıllıca bir strateji belirlediğini düşünüyorlar. Ama örneğin görünüşte kürtaja karşı mücadele ederken bir yandan gizlice kürtaj kliniklerimize gelenler yine onlar oluyor. Yine bu kadınlar, eşleri [ataerkil] pazarlığın kendi üzerlerine düşen kısmını yerine getirmediklerinde, kadına yönelik şiddetle mücadele sığınaklarımızda ve aşevlerimizde buluyorlar kendilerini. Bu yüzden, içinde bulundukları yanılgının baştan çıkarıcılığına kapıldıkları için onlar adına üzülüyorum.

Seda: Üreme özgürlüklerine yönelik mevcut saldırılar sağcı, popülist hareketlerin tekrar yönetime geçmiş olmalarıyla da örtüşüyor. Şu anda dünya genelinde pek çok etno-milliyetçi, otoriter rejim bulunuyor; bu rejimler bazı kadınların üremesini engellemeye çalışırken bazılarının üremesini teşvik ediyor. Aynı zamanda artan bir militarizmle de karşı karşıyayız. İsrail’in Filistin’deki soykırım politikaları, Biden yönetimindeki ABD’nin bu politikaları sahiplenmesi, Ukrayna-Rusya savaşının dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirmesi gibi gelişmelerle birlikte sağ popülizmin de ötesinde yeni bir siyasal evreye girdik gibi görünüyor. Aşırı sağ hareketlerin yönetimde olduğu, militarizmin her tarafımızı sardığı, küresel yoksulluğun giderek derinleştiği günümüzde küresel veya ulusötesi bir üreme adaleti hareketini nasıl inşa edebiliriz? Üreme haklarına, üreme sağlığı hizmetlerine, üreme özerkliğine yönelik saldırılara hem kendi yerelimizde hem de küresel olarak nasıl yanıt verebiliriz?

Loretta: Sudan veya Kongo’da gerçekleşen soykırımları da bu listeye dahil edebiliriz. Kolaylıkla gözden çıkarılabilir olarak görülen insanların acılarına karşı bir kayıtsızlık var. Afrikalı teorisyen Achille Mbembe,[12] sömürgeci mantığın kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğini dikte ettiği siyasal karar verme süreci olan nekropolitikadan bahseder. Bu durumu gündeme getirmemiz ve gerçekten incelememiz gerekiyor.

Küresel ölçekten bahsettiğimizde, insanları geniş bir çerçeveden bakmaya davet ediyorum. İnsan haklarına karşı çıkanların avantajına olan sadece iki şey var: yalanlar ve şiddet. Bizim tarafımızda ise gerçek, kanıt, tarih ve en önemlisi zaman var. Otoriterler kendilerini ne kadar güçlü görürlerse görsünler, zamanı geri alma, gerçeği inkâr etme, tüm kanıtları gömme veya insanların tarihlerini unutturma gücüne sahip olduklarına inanmıyorum. Kontrol edemedikleri bu tarz varoluşsal güçleri ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Detaylarda kaybolmak yerine geniş ölçekte baktığımızda aslında kazanan elin bizde olduğunu düşünüyorum. Detaya indiğimizde her şey çok ezici görünebilir; umutsuzluğa, alaycılığa ya da kayıtsızlığa düşmek, böylece pes etmek kolaylaşır. İnsanlık tarihinin tümüne baktığınızda ise, ki bunu yakında çıkacak olan kitabım Calling In’de de [Çağrıda Bulunmak] dile getiriyorum, bunların sadece zamanın kıçındaki sivilceler olduğunu görebilirsiniz. Diğer sivilceler gibi, eninde sonunda patlayacaklar.

Dr. Martin Luther King Jr., “Bir özgürlük patlaması yaşanıyor” demişti. 1968’de, 31 Mart’ta, suikasta uğramasından dört gün önce verdiği son pazar vaazında şöyle demişti: “Üçlü bir devrim yaşanıyor. Teknolojide devrim, silahlarda devrim, ama en iyi ve en güçlü devrim insan hakları devrimi.” Bu özgürlük patlaması tüm dünyada yaşanıyor. Dr. King haklı çıktı. Şu anda gördüğümüz şey bu. Dr. King’in tasavvurunu öğrendiğimden beri, insan hakları eğitimini ABD’ye getirmeye adadım kendimi, çünkü insanlar sahip olduklarını bilmedikleri haklar için savaşamazlar. Şu anda okulum Smith College’da insan hakları eğitimini kurumsallaştırmaya çalışıyorum. İnsan hakları eğitimi, insanları barış, onur ve mutluluk adına mücadele etmek için küresel ölçekte birleştirmenin bence en iyi yolu.

Keşke değişimin ne zaman gerçekleşeceğini kontrol edebiliyor olsaydım çünkü değişim çok uzun bir süreç ve o esnada savunmasız insanların acı çekmesini istemezdim. Ama adaletin ve özgürlüğün kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ailesi köle olarak buraya gelen siyah bir kişi olarak, kaydettiğimiz olağanüstü ilerlemeyi ve gidecek daha çok yolumuz olduğunu görüyorum. Sivil haklar hareketinde[13] söylediğimiz bir şey var, o da kendinizi özgürlük zincirinin tümü olarak değil sadece bir halkası olarak görmeniz gerektiği. Özgürlük zinciri sizden önce gelen atalarınızdan başlıyor ve sizden sonra gelecek olan torunlarınıza kadar uzanıyor. Şu an tek göreviniz, bu özgürlük zincirinin sizin halkanızda kopmamasını sağlamak. Vazgeçmeyin. Umudunuzu kaybetmeyin. Sonucu yaşarken göremeyecek olsanız bile, özgürlük zincirini sağlam tutma mücadelesini göğüslemekten çekinmeyin. O zinciri sağlam tuttuğunuz gerçeğiyle gurur duyun.

Seda: Bu cesaretlendirici sözleriniz için çok teşekkür ederiz. Son olarak, bir sonraki kitabınız Calling In [Çağrıda Bulunmak] hakkında bize biraz bilgi verebilir misiniz?

Loretta: Calling In Simon & Schuster tarafından Şubat 2025’te yayımlanacak. Travmalarınızı aşarak konuşmakta zorlandığınız insanlarla beraber çalışmak için duygusal zekânızı ve dürüstlüğünüzü kullanmayı nasıl ögrenebileceğinizi aktaran bir kitap. Bu kitapta 50 yıllık aktivizm yolculuğumu, yaptığım hatalardan öğrendiğim dersleri paylaşmak için entelektüel bir biyografi olarak kullanıyorum. Şiddetsizlik 20. yüzyıldaki sivil haklar hareketi için ne kadar önemliyse, “çağrıda bulunmak” da 21. yüzyıldaki insan hakları hareketi için aynı şekilde önemli; bunun farkına varmamız gerekiyor. Çağrıda bulunmak değerlerimizi uygulamanın bir yolu, dünyada görmek istediğimiz değişimi gerçekleştirmenin pratik bir adımı. Kitap şu adresten temin edilebilir: Calling In: How to Start Making Change with Those You’d Rather Cancel.

Seda: Kitabınızı sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu söyleşi için size çok teşekkür ederiz.

Loretta: Benimle söyleşi yaptığınız için ben teşekkür ederim.

[1]SisterSong olarak da bilinen SisterSong: Women of Color Reproductive Justice Collective, (Kızkardeşlik Şarkısı: Renkli Kadınlar Üreme Adaleti Kolektifi) ABD’nin güneyinde bulunan ve üreme sağlığı sorunlarına odaklanan aktivist bir kuruluştur. 1997 yılında siyah kadınlar ve beyaz olmayan diğer aktivist kadınlar tarafından kurulmuştur. SisterSong, genç ve bekâr anneler, düşük gelirli bireyler, HIV ile yaşayan kişilerin yanı sıra seks işçileri ile kuirler ve translar da dahil olmak üzere toplumda adaletsizliğe en çok uğrayan kişilerin ihtiyaçlarına öncelik vermektedir. Daha fazla ayrıntı için bkz. https://www.sistersong.net/.

[2] Kendilerini Women of African Descent for Reproductive Justice (Üreme Adaleti İçin Afrika Kökenli Kadınlar) olarak isimlendiren bir grup siyah kadın, o dönemde Bill Clinton yönetimi tarafından önerilen ve siyahlar arasındaki kesişimsel üreme sağlığı endişelerini göz ardı eden sağlık reformuna yanıt olarak bu çerçeveyi oluşturdu. Çerçevenin geliştirilmesinde yer alan kadınların tam listesi şöyleydi: Toni M. Bond, Alma Crawford, Evelyn S. Field, Terri James, Bisola Marignay, Cassandra McConnell, Cynthia Newbille, Loretta J. Ross, Elizabeth Terry, Able Mable Thomas, Winnette P. Willis ve Kim Youngblood. Daha fazla ayrıntı için bkz. Loretta J. Ross (2017), “Conceptualizing Reproductive Justice Theory: A Manifesto for Activism,” L. J. Ross, L. Roberts, E. Derkas, W. Peoples, ve P. B. Toure (yay. haz.) Radical Reproductive Justice: Foundations, Theory, Practice, Critique, (s. 170–232). New York: Feminist Press.

[3] Bir kişinin kürtaj hakkına karşı mı yoksa kürtaj hakkından yana mı olduğunu tanımlayan terimler.

[4] Ross, arşivlerine ulaşamadığı için daha önceki açıklamalarında üreme adaleti kavramının ortaya çıkış tarihini Haziran veya Eylül 1994 olarak belirttiğini söylüyor. Kavramın 30. yıldönümünde ortak yaratıcılardan biri olan Dr. Toni M. Bond’un yaptığı araştırmalar sonucunda asıl ayın temmuz olduğu ortaya çıkıyor.

[5]Asian Communities for Reproductive Justice (ACRJ, Asyalı Üreme Adaleti Toplulukları), üreme adaleti merceğinden Asyalı kadınların ve kızların kurtuluşu için çalışan bir sosyal, politik ve ekonomik adalet örgütüdür. Daha fazla ayrıntı için bkz. https://apirh.org/.

[6]ACRJ’nin yayımladığı rapora dair daha ayrıntılı bilgi için bkz. “Üreme Adaleti İçin Yeni Bir Vizyon,”

https://apirh.org/download/ACRJ_A_New_Vision.pdf.

[7] Hem evde hem de dışarıda yapılan tüm bakım işlerinin tanınması ve ödenmesi için yürütülen bir kadın taban örgütlenmesi kampanyası.

[8] Mor ekonomi hakkında daha fazla bilgi için bkz. İpek İlkkaracan (2016), “A Feminist Alternative to Austerity: The Purple Economy as a Gender-Egaliteritarian Strategy for Employment Generation,” H. Bargawi, G. Cozzi ve S. Himmelweit (yay. haz.), Economics and Austerity in Europe: Gendered Impacts and Sustainable Alternatives (s. 27-39). Londra ve New York: Routledge.

[9] ABD’deki Aile ve Tıbbi İzin Yasası (FMLA), uygun koşullara sahip çalışanların ailevi veya tıbbi nedenlerden dolayı yılda 12 haftaya kadar ücretsiz ve iş kaybetme riski olmadan izin almasına olanak sağlayan federal bir yasadır. Yeni doğan bir bebekle bağ kurma, ciddi bir sağlık sorunundan sonra iyileşmeye çalışma, ya da ciddi sağlık sorunu olan bir aile üyesine bakım sağlama gibi durumları kapsar.

[10] O dönem George W. Bush yönetimi altında olan ABD, diğer komisyon üyeleri tarafından 2001 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’ndan (UNCHR) çıkarılmıştı.

[11]Amerikalı feminist yazar Betty Friedan’ın kitabı The Feminine Mystique, sıklıkla ABD’de ikinci dalga feminist hareketi başlatan eser olarak anılır. Friedan kitapta dönemin “gerçekten dişil” olan kadınların ev işi, evlilik ve çocuk bakımıyla hayatlarında doyum bulacağı ve eğitim almak, kariyer yapmak veya siyasete katılmak için can atmayacakları toplumsal varsayımını tanımlamak için kadınsı gizem terimini ortaya atıyor. Friedan yaptığı mülakatlara, gözlemlere ve ikincil araştırmalara dayanarak banliyö ev kadınlarının hayatlarından genellikle mutsuz olduklarını, idealize edilmiş “kadınsı roller” içinde sıkışmış hissettiklerini göstermiş ve dönemin kadınlara yönelik toplumsal varsayımlarını çürütmüştü.

[12]Achille Mbembe, Witwatersrand Üniversitesi’nde Tarih ve Siyaset Bilimi Profesörüdür. On the Postcolony (University of California Press, 2001), Critique of Black Reason (Duke University Press, 2016), Necropolitics (Duke University Press, 2019) ve Out of the Dark Night: Essays on Decolonization (Columbia University Press, 2020) gibi çok sayıda kitabın yazarıdır.

[13] Sivil haklar hareketi, ırk ayrımını, ırkçılığı, ırka dayalı mülksüzleştirmeyi muhafaza eden yasaları ortadan kaldırmak için 1954-1968 yılları arasında ABD’de ortaya çıkan bir toplumsal harekettir.

Leave a Reply