Bu makalede, İstanbullu Ermeni kadınların aile hikâyelerine ve kişisel hafızalarına dair anlatılarını ve ninnilerini duygulanımsal/tarihsel bilgi üretme ve aktarma kapasiteleri olan formlar olarak ele alıyorum. Ninniler üzerine yürüttüğüm saha çalışmamın farklı anlarında ninnilerin hüzünle ve geçmişteki kayıplarla ilişkilendirilmesinin izini sürmek adına muğlak bir hafızayı mümkün kılan bir tür olarak ninni ile doğrudan hafızayı aktaran anlatıları bir arada okuyorum. Bu bağlamsallaştırma içinde ninninin hem hayatta kalmayı ve sürekliliği, hem de hayatı ve hafızanın aktarımını imkansızlaştıran kopuşları bedeninde barındıran bir tür olarak durduğunu gösteriyorum.
Türkiye, saldırı ve bombalamalarla geçen 7 Haziran Genel Seçimleri'nin ardından ölümlerin giderek arttığı bir şiddet sarmalının içine girdi. Kürt meselesinin çözümüne yönelik görüşmelere son verilerek askeri müdahaleler yeniden devreye sokuldu. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde günlerce süren sokağa çıkma yasaklarında pek çok mahalle ağır silahlarla tahrip edildi ve can kayıpları yaşandı. Pek çok şehirde Kürtlere yönelik linç girişimleri başlatıldı. Suruç ve Ankara’da şehrin orta yerinde patlayan bombalar barış isteyen yüzü aşkın kişinin hayatına mal oldu. Barış İçin Kadın Girişimi’nden Nükhet Sirman ile iki seçim dönemi arasındaki şiddet atmosferini, Kürt meselesinde askeri yöntemlerin devreye sokulmasını ve toplumda yaygınlaşan şiddetin kadınlar üzerindeki etkisini değerlendirdik.
Suriye’deki halk isyanlarının şiddetle bastırılması ve ülkenin bir iç savaşa çekilmesiyle birlikte milyonlarca Suriyelinin savaştan kaçarak sığınmak zorunda kaldığı ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye nüfusunun yeni bileşenleri olan Suriyeli sığınmacılar, savaşın yarattığı tahribatla birlikte Türkiye’de kendileri üzerinden kâr elde etmeye çalışan kesimlerle karşı karşıya kalıyor. Esra Aşan’ın kaleme aldığı, "Birlikte Yaşam"a Suriyeli Sığınmacılar Dahil mi?” adlı yazı savaş mağdurlarının Türkiye toplumunda maruz kaldığı ayrımcılıklara ve savaş karşısında geliştirilen toplumsal körlüğe dair örnekler sunuyor. Uluslararası güçlerin, Türkiye devletinin ve Türkiye’deki toplumsal muhalefetin sorumluluklarını tartışmaya açıyor.
Suriye iç savaşının yarattığı yıkım ve tahribat Türkiye’deki yaşamın da önemli bir parçası. Çünkü savaştan kaçan yüzbinlerce Suriyelinin yaşadığı ülkelerden biri de Türkiye. Devletin resmi kampları, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde belediyelerin açtığı kamplar Suriyeli, Şengalli, Kobaneli savaş mağdurlarına tesis edildi. Kamplarda kalamayan insanlar ise Türkiye’nin pek çok iline dağılmış durumda. Savaşın neden olduğu tahribat, psikolojik yıkım ve yoksulluk karşısında geliştirilen dayanışmanın güçlenmesi ve sürdürülebilirliği göçmenlerin hayatlarına devam edebilmeleri için oldukça önemli bir yerde duruyor. Araştırmacı, yazar Nurcan Baysal, göçmenler üzerindeki savaşın etkilerini hafifletmek için mücadele eden aktivistlerden biri. Ağırlıklı olarak Diyarbakır ve Urfa’daki belediyenin açtığı kamplarda çalışma yürüten Nurcan Baysal ile Türkiye’deki Ezidi ve Kobanêli göçmenlerin durumu, yaşam koşulları üzerine bir söyleşi yaptık. Bu söyleşide Nurcan Baysal, savaş mağdurlarının yaşamlarına devam edebilmeleri için toplumsal dayanışmanın gerekliliğinin altını çiziyor ve Türkiye’de sivil toplumun ve resmi kurumların geliştirdiği politikaları eleştirel bir gözle değerlendiriyor.
İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılar anaakım medyada özellikle sivillerin ölümü üzerinden gündem oldu. “Siviller” kategorisi ise ağırlıklı olarak “kadınveçocukları” tarif etmek üzere kullanıldı. Maya Mikdashi bu yazısında, sivilleri, erkekleri dışarıda bırakarak, kadınlar ve çocuklar üzerinden tanımlamanın Filistinli erkekleri nasıl öldürülebilir kıldığını, hatta erkek çocukların bile öldürülebilir kategorisine sokulabildiğini anlatıyor. Bu noktayı bir adım daha ileri götürerek, İsrail’in cinsiyetçilik karşıtı söylemi kendi savaş politikaları lehine nasıl araçsallaştırdığını açığa çıkarmaya çalışıyor.
Ocak ayının başından beri Türkiye’de Kürt sorununda yeni bir sürece girildi. Hükümetin silahları bırakmaya yönelik olarak tariflediği ve şimdiye dek tanıklık ettiğimiz görüşmelerden farklı olarak bolca reklam ve halkla ilişkiler çalışması eşliğinde yürüttüğü bu süreç Kürtler ve Türkiye’nin diğer demokratik güçleri tarafından şüpheyle karşılanıyor. Bunda, daha önce yaşanmış deneyimler ve devletin görüşmelere rağmen tutuklamalar, yasaklamalar ve bombalamalara devam etmesi rol oynuyor. Ayrıca sürecin şeffaf ve katılımcı olmaması, resmileşmemesi ve dünyadaki diğer tüm barış süreçlerinden farklı olarak gözlemci ya da arabulucu gibi kolaylaştırıcı ve görüşenlerin eşitlenmesini sağlayıcı kurumsallaşmalara gidilmemesi de sürecin sürdürülebilirliği konusunda kaygı yaratıyor. Bu yazıda sürecin kadınlar açısından bakıldığında ne ifade ettiğine dair bir değerlendirme yapılması amaçlanmaktadır.
İsrailli barış aktivisti Rela Mazali, bir feminist ve asker annesi olarak kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı bu makalede, İsrail’in militarize devlet ve toplum yapısının, ordu eylemlerinden doğrudan zarar gören asker ebeveynlerini ordu ve devletle nasıl işbirliği yapmaya yönlendirdiğini anlatıyor. Asker ebeveynlerinin, çocuklarının zorunlu askerlik hizmeti süresince yaşadıkları korku, ebeveynlerin askerlere zarar geleceği endişesiyle işgal politikalarına ses çıkarmalarını engelliyor. Bir yandan da İsrailliler, ülkelerinin sürekli güvenlik tehdidi altında olduğunu iddia eden egemen söyleme karşı çıktıklarında, kendilerini klandan dışlanmış ve toplumun güvenliğine zarar vermiş hissettikleri için, sessizliği ve işbirliğini tercih ediyor. Rela Mazali, barış hareketine mensup muhalif ebeveynlerin bile söz konusu olan kendi çocukları olunca, bu işbirliğine dahil olduklarını ve ortaya çıkan çelişkiyi anlatıyor. Türkçe çeviri için yazdığı önsözde ise yazar, İsrail’de vicdani ret hareketinin son on yılda gösterdiği gelişimi ve ordunun mutlak kabul edilen varlığının daha geniş bir kesim tarafından sorgulanmaya başlandığını anlatırken, İsrailli feministlerin militarizm karşıtı faaliyetlerine de değiniyor.
Sara Ruddick, “Barış Kadını: Feminist bir Yorum” başlıklı makalesinde üç farklı kadın figürüne atıfta bulunarak barış kadınına dair bir çerçeve sunmaktadır: Acının temsilcileri –gözü yaşlı anneler- mater dolorosa, savaşa ve savaş politikalarına dair mesafeli duruşlarıyla dış göz pozisyonundaki kadınlar ve uzlaştırıcılar. Bu üç kimlik, Sara’nın hayalini kurduğu barış kadını kimliğini inşa ederken değerlendirdiği, ortaklıkları ve farklılıklarıyla beraber sorguladığı kadın figürleridir. Barış kadını, hayalini kurduğu barış ortamını inşa etmek için her türlü mücadele yollarını denemekte ısrarcıdır ve bu anlamda en temel görevi savaşma pratiğinin kendisini sorgulamak olacaktır. Sara’nın sözleriyle: “Kadınların kendileri ve onların kızları, savaşın birebir hedefidir: Onlar tecavüzün, cinsel aşağılamanın, kökten bir şekilde toplumsal yerinden edilmenin, kalıcı sakatlanmaların ve cinayetin kurbanlarıdır.” Bu anlamda anne, eş, sevgili ve haz nesnesi olarak savaşa her anlamda destek vermesi beklenen kadınların var olan eril yapıya karşı çıkışları ve kendilerine atfedilen “kadınlık” rollerini sorgulamaları feminist bir görev olarak tanımlanacaktır.
Handan Coşkun “Her Şeye Rağmen Umut” başlıklı denemesinde, kişisel deneyiminden yola çıkarak, güncel siyasi olaylar ile militarizm ve savaşa ilişkin görüşlerini dile getiriyor. Kadınların, baskı, savaş ve militarizm koşullarında güçlü bir duruş sergilemesi gerektiğini söyleyen Handan Coşkun, her şeye rağmen umut taşımanın önemli olduğunun altını çiziyor.
Bu makalede Barış Anneleri bağlamında Türkiye’de annelik siyasetinin sınırları sorunsallaştırılmaktadır. Barış Anneleri İnisiyatifi’nde yer alan kadınların anlatılarına ve Türkiye’de kamusal alanda annelik üzerine üretilen söylemlere odaklanılarak, Türkiye’de anneliğin nasıl bir mücadele alanı olarak kurulduğuna bakılmaktadır. Makalede temel olarak Türkiye bağlamında annelik pratiğinin kadınları “makbul” ve “sözde” anneler olarak sınıflandırmaya yarayan bir araç olarak ortaya çıktığı gösterilmektedir. Türkiye’de anneliğin, vatanı ve milleti için kendini feda etmeye hazır çocuklar yetiştirmekle özdeşleştirildiği, bu tanıma uymayan annelerin ise annelik kategorisinden dışlandıkları öne sürülmektedir.