Ülkemizde cinsiyetçi şiddetin ve kadına yönelik erkek şiddetinin hız kesmeden arttığı bir toplumsal ortamda kadınlar, LGBTİ+'lar giydikleri kıyafetler, oturuş kalkış biçimleri nedeniyle park, toplu taşıma araçları, okul gibi gündelik hayatlarımızın geçtiği mekânlarda pervasız bir şiddetin hedefi haline geliyor. Çocuklara yönelik cinsel istismar haberlerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Bu cinsel şiddet iklimi yaygınlaşırken kadınları, çocukları ve LGBTİ+’ları ilgilendiren pek çok kanun maddesinde değişiklik yapılıyor. Bu hukuki düzenlemeler cinsel şiddeti geriletmek yerine daha da artıracağı tartışmalarıyla birlikte ilerliyor. Mor Çatı Kadın Sığınağı kurucularından avukat Canan Arın ile yaptığımız söyleşide cinsel suçlarda ve kadın hakları alanında yapılan kanun değişiklikleri ve bunların olası etkileri/sonuçları üzerine konuştuk.
Türkiye 'olağanüstü' bir dönemden geçerken toplumdaki şiddet ve tahammülsüzlüğün dozu gittikçe artıyor. Kadınların gündelik hayatının halihazırda bir parçası olan şiddet her geçen gün pervasızlaşıyor. Metrobüste, parkta, sokak ortasında tanıdığımız ya da tanımadığımız erkeklerin şiddetine sıklıkla maruz kalıyoruz. Neredeyse her gün çocuklara yönelik cinsel şiddet haberleri alıyoruz. Bunlar karşısında güçlendirilmesi gereken kadın ve çocuk hakları alanında elde edilen kazanımların tehlike altında olduğuna tanıklık ediyoruz. Dergimizin bu sayısında, kadın hakları alanında uzun yıllardır çalışma yürüten feminist avukat Hülya Gülbahar'la Türkiye'de kadın hakları mücadelesi, son yıllardaki yasal düzenlemeler ve yeni Türkiye'nin yeni kadınlık durumları üzerine konuştuk.
Geçen on yıl, cezaevlerini ortadan kaldırma taraftarı bir hareketin gelişimine tanık oldu. Aynı zamanda, şiddet karşıtı örgütlenmeler cezaevlerinin kaldırılması taraftarlarını cinsel şiddet meselesini ciddi biçimde ele almaya ve cezaevlerinin kaldırılması bağlamında bu meselenin üzerine gitmek için girişimler başlatmaya davet etti. Renkli, göçmen, queer, trans, yoksul ve ötekileştirilmiş diğer kadınların polis tarafından –korunmaktan ziyade- daha çok şiddete maruz bırakıldıkları yönündeki bilincin artmasından güç alan taban hareketinden gruplar ve dünyanın her yerinden aktivistler, 911’i[ii] aramak yerine toplumsal alternatifler örgütlüyorlar. Ne var ki, böylesi girişimler yeni değil. Tarih boyunca kadınlar kendi güvenliklerini ve sevdiklerinin güvenliğini sağlamak adına harekete geçip örgütlendi. Bu makale, hem geçmişten hem günümüzden kişiler arası şiddete karşı kadın topluluklarının özsavunma faaliyeti modellerini inceliyor; kadınların kendilerini, sevdiklerini ve çevrelerini korumayı başardığı bu yöntemleri keşfederek, devlet temelli asayişe ve cezaevlerine başvurmadan, güvenliğin ve sorumluluğun nasıl geliştirileceğine dönük güncel tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyor.
Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet son hızıyla ve gittikçe daha da vahşi bir hâl alarak devam ederken şiddetin nasıl sona erdileceği uzun bir süredir feminist hareketin ve kamuoyunun gündeminde yer alıyor. Şiddeti sona erdirmek için birbirinden farklı ve birbiriyle çatışan görüşler ve öneriler de dillendiriliyor. Dergimizin bu sayısında feminist avukat Gökçeçiçek Ayata ile cinsiyetçi şiddeti yaratan siyasi iklim, hukuk sisteminin cinsiyetçi uygulamaları ve şiddetin geriletilebilmesi için ihtiyacımız olan mekanizmalar üzerine konuştuk.
Mübarek rejiminin devrilmesinden bu yana Mısır, Müslümanlar ile Kıptiler arasındaki dinler arası mezhep çatışmalarını deneyimlemeye devam ediyor. İki toplum arasındaki şiddetin tırmanmasına katkı sunan faktörler devrim sonrası Mısır’ında da etkinliğini sürdürüyor. Mezhep çatışmasının önemli mevzilerinden biri, iki toplumda da hiddet ve kızgınlığı ateşleyen dinler arası evlilik ve din değiştirme konusu. Her ne kadar bu çatışmaların merkezinde cinsellik ve toplumsal cinsiyet bulunsa da din temelli aile hukuku da bu konuda tehlikeli bir rol üstleniyor. Bu makalede, hem Mısır aile hukukunun ortaya çıkışının hem de din ve cinselliğin modern dönemde eşzamanlı olarak özel alana hapsedilmesinin tarihini inceleyerek aile hukuku, toplumsal cinsiyet ve mezhep çatışması arasındaki bağı yeniden tartışıyorum.
Yazıda, Anayasal din ve vicdan özgürlüğü, salt inanç, düşünce ve hareket özgürlüğünün bir uzantısı olarak ele alınan türban takma eyleminin sınırlanıp sınırlanamayacağı ele alınmıştır. Bu alanda normatif-etik bir çerçeveden yola çıkarak Anayasal düzleme ulaşan değerlendirmeler, özellikle üniversitelerde türbanın yasaklanamayacağı fikrini savunmaktadır. Bu çerçevede türban sorunu, öncelikle, laiklik ilkesi ile din ve vicdan özgürlüğü arasındaki sosyolojik çatışmaya işaret eden önemli başlıklardan biri olarak ele alınmış ve türban takmanın hangi özgürlük olduğunun saptanmasının zorluğuna değinilmiştir. Türbanın yerine göre hem “oluş biçimi ve hareket özgürlüğü”, hem de düşünce ve inanç özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve dini vecibeleri yerine getirme özgürlüğü bağlamında değerlendirilebileceği belirtildikten sonra başörtüsü veya türbanın çarşaftan farkı ortaya konulmuştur. Türbanın yasaklanması çerçevesinde “onlar iktidarda olsalar bizim özgürlüklerimizi daha da sınırlarlar” yaklaşımının gerekçe olamayacağı; türban takanın saikinin, sandığımız kadar önemli olamayacağı; türban takmayanın tepkisel hislerinin türbanın yasaklamasına gerekçe olamayacağı; kamu hizmetinden yararlanan öğrenciler söz konusu olduğunda yasağın gerekçelendirilmesinin son derece güç bir hal aldığı; teokrasi tehlikesi gözetilerek türbanın yasaklanması konusunda türban takmanın teokratik düzene geçmek tehlikesi bakımından son derece soyut ve belirsiz bir konumda kaldığı savlanmıştır. Yazıda, “türbanlının türban takmaya mecbur bırakıldığı” savı ve kadın haklarını koruma gerekçesi ile türbanın yasaklanması konuları da liberal bireyci seçim özgürlüğünü açısından değerlendirilmiştir. Başörtüsünün yasaklanmasını, öğretmenlerin başörtüsü açısından da ele yazıda, özellikle Federal Alman Anayasa Mahkemesi kararlarının bu soruna yaklaşımına değinilmiştir. Bu çerçevede Türk Anayasa Mahkemesi’nin ilk yaklaşımları ile Batı Avrupa Anayasa Mahkemeleri ve Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin yaklaşımları arasındaki bazı çarpıcı farklar ortaya konulmuştur. Türban ve kamusal alan tartışması, “salt devlet nüfuzunun egemen olmadığı sivil toplum alanları çerçevesinde düşünce ve bilim özgürlüğünün azami koruma görmesi gereken bir ortam olarak üniversite” fikri açısından ele alınmıştır. Son olarak “bir rejim tanımı olarak laiklik ve türban” başlığı altında Anayasal değerlendirmelerde bulunulmuş ve yeni türban serbestisi değerlendirilmiştir.
Türkiye’de kadın hareketinin yıllardır verdiği mücadelelere karşın ancak ve kısmen AB süreciyle görünürlük kazanan kadın hakları alanında son yıllarda önemli birtakım değişiklikler gündeme geldi. Fakat bugüne kadar yasal değişikliklerin kadınların hayatlarını olumlu veya olumsuz anlamda dönüştürücü potansiyeli, gerek anaakım medya gerekse de yasa koyucular tarafından yeterince gündeme getirilmedi ve böylece kamuoyunun nazarından sakınıldı. Oysaki, kadınlar olarak hayatlarımızın bir döneminde karşı karşıya kalabileceğimiz ayrımcı ve/veya şiddet içeren tutum ve pratiklerle mücadele edebilmek için haklarımızı ve yükümlülüklerimizi bilmemiz ve hukuku kendi lehimize kullanmanın yollarını araştırmamız gerekiyor. Çünkü bir egemenlik aracı olan hukuk, sadece hukukçulara terk edilemeyecek bir mücadele alanı. İşte tam da bu nedenle, kadın hakları alanında özellikle son dönemde gerçekleştirilen yasal düzenlemeleri ele alarak bu alanda yıllardır mücadele veren feministlerden Avukat Hülya Gülbahar ile 4320 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun, Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu değişiklikleri üzerine konuştuk.
Devlet güçlerinin cinsel istismarına uğrayan kadınlara 10 yıldır ücretsiz hukuki yardım sunan ve kadınlarda hak arama bilincini geliştirmeyi amaçlayan Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi, ülkemizde kadına yönelik şiddetin göz ardı edilen bir yönünü, devlet kaynaklı cinsel şiddeti görünür kılmaya ve tartışmaya açmaya devam ediyor. Proje’nin bu 10 yıllık zaman zarfındaki çalışmalarının bir dökümünü içeren Hepsi Gerçek: Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet isimli kitabı bu ay içinde yayınladı. Projenin kurucularından Av. Eren Keskin ile kitabın yayımlanması vesilesiyle, devlet kaynaklı cinsel şiddet teması çerçevesinde Türkiye hukuk sistemi, militarizm, Türkiye’de yakın dönemde gerçekleşen gelişmeler ışığında ifade özgürlüğü ve demokratikleşme önündeki zorlu engelleri ve olası açılım olanaklarını konuştuk.
Türkiye’de kadın hareketinin yıllardır verdiği mücadelelere karşın ancak ve kısmen AB süreciyle görünürlük kazanan kadın hakları alanında son yıllarda önemli birtakım değişiklikler gündeme geldi. Fakat bugüne kadar yasal değişikliklerin kadınların hayatlarını olumlu veya olumsuz anlamda dönüştürücü potansiyeli, gerek anaakım medya gerekse de yasa koyucular tarafından yeterince gündeme getirilmedi ve böylece kamuoyunun nazarından sakınıldı. Oysaki, kadınlar olarak hayatlarımızın bir döneminde karşı karşıya kalabileceğimiz ayrımcı ve/veya şiddet içeren tutum ve pratiklerle mücadele edebilmek için haklarımızı ve yükümlülüklerimizi bilmemiz ve hukuku kendi lehimize kullanmanın yollarını araştırmamız gerekiyor. Çünkü bir egemenlik aracı olan hukuk, sadece hukukçulara terk edilemeyecek bir mücadele alanı. İşte tam da bu nedenle, kadın hakları alanında özellikle son dönemde gerçekleştirilen yasal düzenlemeleri ele alarak bu alanda yıllardır mücadele veren feministlerden Avukat Hülya Gülbahar ile 4320 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun, Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu değişiklikleri üzerine konuştuk.