Feminist Seyir ikinci söyleşisinde kadınları konu eden oyunları konuşmaya devam ediyor. Yeni söyleşi-eleştiri çalışmamızın çıkış noktası yakın tarihte yaşamış, haklarında çok az şey bildiğimiz ya da hiç bilmediğimiz kadınların yaşam mücadelelerinden ilhamla yazılıp sahnelenen oyunlar. Tarihi konu eden oyunların nasıl bir ortaklık zemininde buluştuğunu, nasıl ve nerede birbirlerinden ayrıldıklarını, bu farklı oyun dünyalarının birbirleriyle konuştuğu noktaları anlamaya, oyunların (kadın) seyircileri olarak bizi onlarla buluşturan ortak paydaları tartışmaya çalıştığımız bu ikinci buluşmamızın odak oyunu Burçak Çöllü’nün yazıp yönettiği Altıdan Sonra Tiyatro yapımı Nihayet Makamı. Feminist Seyir olarak oyunlarla birlikte düşünmek, onların sorduğu soruların geçmiş ve bugündeki siyasal ve estetik etkisini etkinleştirebilecek yeni soruları üretmenin derdindeyiz.
Arundhati Roy, 1998’de yazdığı ve birçok ödül aldığı ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan yirmi yıl sonra ikinci romanı Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nı yazdı. Bu romanını “dünyanın karmaşasını ve psikozlu halini” ne kadar yansıtabileceğine dair bir deney olarak tanımlayan Arundhati Roy bu iki kurgusal metin arasında yazdığı kurgusal olmayan metinlerinde dünyanın toplumsal, tarihsel ve siyasi karmaşasını yansıttı. Mutlak Mutluluk Bakanlığı da özel olarak Hindistan’ın, genel olarak dünyanın bu karmaşık süreçlerini arka planında yansıtan bir metin. Bu arka plan üzerine, parçalanmış hikâyeleri bir şekilde birbiriyle birleşen farklı karakterlerin hayatlarına odaklanan 475 sayfalık anlatı kurgulanmış. Bu anlatı kendisini modern seküler bir devlet olarak konumlandıran Hindistan’ın hiç de seküler olmayan tarihini ve devletin din temelli baskı politikalarını arka planda sunarken bu karmaşa içinde kendi hayatlarını kurmaya çalışan karakterlerin parçalanmış hikâyelerinden bütünlüklü bir hikâye oluşturmuş. Bu makale, Arundhati Roy’un Mutlak Mutluluk Bakanlığı adlı romanının baskıcı olmayan bir seküler zihniyet ve kamusal/özel alan tahayyülünün “birlikte iyi yaşayabilmek” bağlamında sunduğu olasılıkları ve açtığı imkânları tartışmaya odaklanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle romanda ortaya konan ve eleştirilen devlet söylemi ve politikası olarak sekülarizm ve bunun yarattığı karmaşa ve çatışma ortamının romana nasıl yansıdığı tartışılacaktır. İkinci aşamada ise romanda dinsel olanla dünyevi olanın, kamusal ile özelin muğlaklaşmasının ve bir çeşit “dünyevi normalliğe” ulaşmanın mekân üzerinden ve söylemsel olarak nasıl baskıcı olmayan bir seküler düşünce oluşturduğu ve bu düşüncenin stratejik kullanımının birlikte “iyi” yaşamaya dair sunduğu imkânlar değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Bu makale, Bengal dilinde yazan Hindistanlı ünlü yazar Mahasweta Devi’nin aynı isimli kısa öyküsünün çevirisinin bir uyarlaması olan “Draupadi” adlı oyunun bir Hindistan üniversitesinde İngilizce Bölümü öğrencileri tarafından sahnelenmesinin ardından çıkan olaylar sırasında üretilen milliyetçi söylemlere gönderme yaparak başlıyor. Oyunun sahnelenmesinin peşi sıra gelişen nefret kampanyası ve üniversitede yapılan bir sınıf temsilinin siyasileştirilmesi, toplumsal cinsiyet ve feminist araştırmalar alanındaki pek çok kişiyi derinden etkiledi. Oyunun “vatan hainliği” olarak yorumlanması ve toplumsal cinsiyet, vatandaşlık hakları veya İngiliz dili ve edebiyatı alanlarındaki söylemler içerisindeki öneminin göz ardı edilmesi, toplumdaki siyasi propagandanın bir parçası olarak görüldü. Makale, kadına yönelik şiddetle ilgili konuların tamamen marjinalleştirildiği bu bağlamda, Mahabharata Destanı’ndaki Draupadi isimli kadın karakter etrafında sergilenen performanslardaki farklı temsil biçimlerini bir araya getirmeye çalışıyor. Draupadi karakterinin temsillerinin veya ondan esinlenerek yaratılmış yorumlarının izini sürmek için zamanda ve jeopolitik mekânlarda dolaşıyor, barbut sahnesi performanslarının içinden geçiyor. Bu çizgisel olmayan anlatıda, Draupadi’nin performatif temsillerinin zaman ve mekândaki yolculuğu, sanatçılar tarafından ortaya konan tercihlerin yansımaları olarak ele alınmaya çalışılıyor. Böylece Draupadi’ye bizzat Hindistan toplumunun kırılgan özneleri olarak kadınları temsil etme rolü atfediliyor. Makale, doğrudan Draupadi’nin hikâyesi üzerine kurulu dans ve tiyatro gösterilerinden örneklerle ilerliyor. Ayrıca, Mahasweta Devi tarafından kaleme alınan ve Gayatri Chakravorty Spivak tarafından İngilizceye tercüme edilen “Draupadi” hikâyesi ve bu hikâyeden hareketle yapılan tiyatro uyarlaması üzerinde de duruluyor. Son olarak, Manipur’daki gerçek hayat koşullarına bakılıyor ve bununla, giderek benzer hale geldiği teatral temsil arasındaki muhtemel bağlantı inceleniyor. Bu makale, ulusal namus ve egemen ataerki yapısı bağlamında kadınların konumuna dair düşünmek için, Draupadi’nin hikâyesi ve hikâyenin kendi yolculuğu üzerinden kaleme alındı.[2]
Kurmaca türlerden öykünün kurucu ögelerinden biri olan mekân, öykünün atmosferini oluşturan unsurlardan biri olmanın yanı sıra zengin çağrışımlarıyla okura çok yönlü okuma olanakları sunar. İç/dış’ın ve içerisi/dışarısı’nın oluşumunda belirleyici olan toplumsal cinsiyet rolleri ile mekân, kendimizle ve dünyayla kurduğumuz ilişkinin, deneyimlerimizin göstergesidir. Edebi metinler ikili karşıtlıklarla kurgulanan toplumsal cinsiyet rollerinin ve eril/dişil dikotomisiyle kurgulanan iktidarlanmış alanların ifşasına olanak sağladığı gibi imgeler aracılığıyla yeni deneyimlerin ve ‘mümkünü olan başka bir dünya’nın olasılıklarının da kapısını açar. Bu çalışma, Ayla Kutlu’nun Zehir Zıkkım Hikâyeler kitabından alınan “Matmazel Dimitra’nın Bitmemiş Hikâyesi”nde, ataerkil düzenin Dimitra’nın kendisi ve dış dünya ile deneyimlerinde mekân aracılığıyla kurduğu sınırları sorunsallaştırarak dıştan farklı bir iç’in oluşumunun olanaklarını aramayı hedefler.
Charlotte Perkins Gilman “Sarı Duvar Kağıdı” adlı öyküsünde doğum sonrası depresyonu geçiren genç bir kadının, kadın cinsiyetine yönelik önyargılı tutumlar etkisiyle oluşturulmuş tedavilerle giderek kötüleşmesini ve akıl sağlığını kaybetme noktasına gelişini anlatır. Bilim ve teknolojideki gelişmeleri takiben gelen Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle, ev ve iş alanları kesin sınırlarla ayrılır; toplumsal cinsiyet normları yeniden şekillenir. Egemen güç erkekleri işe gönderirken kadınları eve hapseder. Kadının yazmaması, üretmemesi, mümkünse düşünmemesi “normal”dir. Bu toplumsal kabul ve kalıpların sınırları dışına çıkan kadınlar kolaylıkla “deli” olarak etiketlenir, aynı durumda erkek cinsiyetinden bir bireye uygulanması uygun görülmeyecek tedavilere maruz kalabilir, akıl hastanelerine kapatılabilirler.
Edebiyatta mekân incelemeleri dualistik yapısı nedeniyle toplumsal cinsiyet kalıplarını çağrıştırmaktadır. Bu çalışmada, on dokuzuncu yüzyıl Amerika toplumunda, beyaz ırktan, orta-üst sınıftan eğitimli kadın grubunun, sosyal hayatta ve klinik ortamda maruz kaldığı toplumsal cinsiyet ideolojisinin, “Sarı Duvar Kağıdı” öyküsünde Gilman’ın mekânı kullanımıyla somutlaşması incelenecektir.*
Kathryn Anderson ve Dana C. Jack bu makalede, kadınlarla yapılan sözlü tarih görüşmelerinde dinleme sürecinin önemini vurguluyorlar. Sözlü tarih çalışmaları kadınların hikâyelerini açığa çıkarma sürecine büyük katkı sunmuştur. Ancak, bu hikâyelerin gerçekten açığa çıkabilmesi için kadınların anlattıklarının “dinlenebilmesi”, bu makalede vurgulandığı anlamıyla idrak edilebilmesi gerekir. Biri tarih, diğeri psikoloji olmak üzere iki farklı disiplinden gelen yazarlar, kendi disiplinlerindeki anaakım eğilimlerin yapılan görüşmelerde kadınların anlatılarını nasıl sınırlandırdığına dikkat çekiyorlar. Yapılan görüşmelerde kadınların kendi söylediklerinin ötesinde ne demek istediklerini anlayabilmemizin, kadınların da kendi anlatıları üzerine düşünmelerine olanak vermenin önemine dikkat çekiyor ve görüşme yöntemlerine dair önerilerde bulunuyorlar.
1990 yılında açılan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, Şubat 1994 tarihinde Kadın Eserleri Kütüphanesi Kadın Sözel Tarih Çalışmaları Pilot Projesi’ni başlatmıştır. Bu proje, Başbakanlık Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün maddi desteği ile gerçekleştirilmiştir. Proje kapsamında 1923 yılından önce doğmuş çeşitli mesleklerden 12 kadınla; Hayrünnisa Köni, Sare Okçu, Gültekin Ağaoğlu, İclal Balkan, Esma Deniz, Neşet Eren, Seniye Fenmen, Liza Eskenazi, Peride Celal, Zeynep Fırat Menemenci, Araksi Orakyan ve Nimet Özgüç ile görüşmeler yapılmıştır. Vakıf, 1999 yılında The British Council desteğiyle bir yıl süren bir sözlü tarih projesi daha gerçekleştirmiştir. Bu proje kapsamında CHP, MHP, DYP, ANAP, DSP ve Fazilet Partisi’nden, içlerinde Gönül Say, Melek Denli Karaca, Nazlı Ilıcak, Nesrin Nas ve Oya Akgönenç’in de bulunduğu 10 kadın milletvekili ile görüşmeler yapılmıştır. Kadın Eserleri Kütüphanesi, bu yıl ise ilk kez bir sözlü tarih sertifika programı düzenlemiştir. Bu yazıda da Sözlü Tarih – Sertifikalı Eğitim Programı adını taşıyan bu etkinlik ele alınmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme sürecinin milliyetçilik aracılığıyla işlemeye başladığı aşamada oyunculuğa başlayan Afife Jale, Müslüman Türk kimliğini gizlemeden sahneye çıkan ilk kadın oyuncudur. Sahneye çıktığı yıllarda, Müslüman kadınların tiyatrocu olması kabul görmediği için resmi kovuşturmalara maruz kalmıştır. Afife Jale’nin kısa süren sanat yaşamı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına kadar uzanmış, fakat bu yeni dönemde Türk kadın oyuncular desteklenirken Afife Jale göz ardı edilmiştir.
Bu makale Afife Jale’nin sanat yaşamını ağırlıklı olarak modern milli tiyatronun kurumsallaşma hamleleri bağlamında ele almakta ama bu hamlelerle eş zamanlı işleyen kimlik –özellikle de ulusal kimlik ve kadın kimliği– inşa süreçlerine özel bir yer ayırmaktadır. Çünkü kendisine sırt çevrildiği dönemde Afife Jale, inşa edilmeye çalışılan modern kadın kimliği ile tam bir uyum içinde değildir. Bu anlamda Afife Jale’nin sanat hayatı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilmeye çalışılan tiyatrocu kadın kimliğinin niteliklerinin ve kadın özgürlüğünün sınırlarının görünür kılınmasına da katkıda bulunmaktadır.
Yumurta ve Sperm: Bilimin Basmakalıp Kadınlık ve Erkeklik Rollerine Dayanarak Oluşturduğu Romantizm*
Emily Martin bu makalede bilimsel anlatıları ve bu anlatılarda kullanılan dili inceleyerek yumurta ve spermin nasıl basmakalıp kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden ele alındığını tartışıyor. Biyoloji ve tıp metinlerinin spermi yumurtayı dölleyen aktif, atılgan ve maceracı bir eril özne, yumurtayı ise kendisini dölleyecek spermi pasif bir şekilde bekleyen, yardıma muhtaç bir genç kadın olarak resmetmelerini eleştiriyor. Bu betimlemelerin bilimsel olarak da geçerlilik taşımadığını, döllenme sürecinde hem yumurtanın hem de spermin eşit derecede aktif olduğunu ve döllenme eyleminin karşılıklı etkileşimleri sonucunda gerçekleştiğini anlatıyor. Popüler anlatıların aksine spermler –sanki bir insan gibi beyinleri, hırsları ya da amaçları varmışçasına– yüzerek yumurtaya ulaşmak için birbiriyle yarışmıyor, kuyrukları nedeniyle sağa sola sallanarak hareket ediyor. Yumurta ise bu süreçte çok daha karmaşık bir rol oynayarak kabuğundaki özel bir molekül aracılığıyla spermlerin bir kısmına rehberlik ediyor, bir kısmının da geçişini kısıtlıyor. Yazar, hücre düzeyinde gerçekleşen bu biyolojik süreçlerin neden ve nasıl toplumsal cinsiyet kalıp yargıları üzerinden anlatıldığını sorgulayarak bizi şimdiye kadar öğrendiğimiz bilimsel bilgileri tekrar gözden geçirmeye davet ediyor.
Türkiye’deki kamusal tartışmalara birbiriyle çelişen iki farklı eğilim egemen oldu: Bir yanda Müslümanların ötekileştirilmesine ve mağduriyetine dair çatışmacı ifadeler, diğer yanda seküler alanlara yapılan saldırılar ve vatandaşlara yöneltilen tehditlere dair anlatılar vardı. Bu makalenin hedefi ‘seküler’ terimi ile ilişkili anlamlar öbeğini çözmek ve sekülarizmin siyasi kaderini analiz etmektir. Makale özellikle, hesap verme eksikliği, otoriterlik ve militarizme dair eleştirilerin neden ve nasıl sekülarizmin kendisine yönelik saldırılarla ilişkilendirildiğini açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Sivil vatandaşlık nosyonlarının tarihsel yüzeyselliğinin, dinin seküler düzen tarafından araçsallaştırılması, İslamcı aktörlerin himayeci seçim politikalarının içine iyice yerleştirilmesi ve 1980’lerden bu yana devam eden neoliberal politikaları müteakiben İslami sermayenin güçlendirilmesi ile bütünleştiğini ileri sürmektedir. Makale, ‘seküler’ ve ‘İslami’ terimlerinin, kendi hegemonya ve iktidarlarını pekiştirme arayışlarında, çatışan siyasi aktörler tarafından seferber edilen boş gösterenlere ve mecazlara dönüştüğü sonucuna ulaşmaktadır.