Türkiye’de 2009 Temmuz ayında “Kürt açılımı” olarak başlayan, ardından “demokratik açılım” adını alan, sonrasında da “milli birlik ve kardeşlik projesi” olarak adlandırılan süreç, pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Barış ve demokrasi temennileri ile başlayan süreçte, terörle mücadele adına yürütülen operasyonlarla yüzlerce Kürt siyasetçi, aktivist ve binlerce çocuk tutuklandı, Demokratik Toplum Partisi kapatıldı. Ülkenin doğusunda sivillere yönelik operasyonlar hız kesmeden devam ederken batıda ise nefret söylemi rahatlıkla sokaklara taşınabildi ve Kürtlere yönelik linç girişimleri yalnızca Kürtlerle de sınırlı kalmayıp Türk olmayan tüm kesimlere yansıdı. Tüm bu gelişmelerle birlikte yine de Türkiye adına farklı bir sürecin başladığı bir döneme girildi.
Johns Hopkins Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde çalışmalarını yürüten Veena Das şimdiye kadar yapmış olduğu çalışmalarla, gündelik hayatın şiddetle ilişkisi üzerine hem etnografik hem de teorik alanda çok önemli açılımlarda bulundu. Özellikle devlet şiddetinin belirli nüfusların gündelik yaşamlarında nasıl işlediğine bakarak, şiddetin kurduğu ya da dönüştürmekte olduğu öznellikleri analiz etti. Veena Das’ın çalışmalarında, şiddet sadece bir iktidar aracı değil, aynı zamanda belirli hayat formları, sosyallikler ve öznellikler kuran üretken bir güçtür. Fakat Veena Das bu üretkenliği, yalnızca şiddete tanıklık veya belirli şiddet olaylarını hatırlamak üzerinden kavramsallaştırmaz. Yani antropolojisini şiddetin sadece söze dökülebildiği alanda yapmaz. Aksine, şiddetin tanıklıklarla dil bulamadığı anların, bedenlerin, durumların ve seslerin üzerine giderek bakışını sözü aşan alanlara çevirir. Diğer bir deyişle, gündelik ve sıradan olanla bu sıradanlığın içerisinde belirli şiddet olaylarının açmış olduğu gizli saklı oyuklar ya da çukurlar Das’ın antropolojisinin mihenk taşlarıdır. Veena Das antropolojinin kendisinin politik olandan ayrı düşünülemeyeceğini savunurken sıradan ve gündelik olanın kendisinin de son derece politik olduğunu vurgular.
Makalede Ilısu Baraj Projesi ve projenin beraberinde getirdiği kültürel yıkım karşısında, arkeologlar örneğinden yola çıkılarak entelektüel sorumluluk üzerine bir tartışma yürütülmektedir. Arkeolojik çalışmaların sadece kazı alanları ile sınırlı olmadığı, insanların yaşamlarının, geçim kaynaklarının ve kültürel miraslarının tehdit altında olduğu belirtilmektedir. Uzmanlara düşen görev, özellikle kalkınma projeleri karşısında örgütlenen taban hareketlerine karşı sorumlu davranmak, onların kaygı ve taleplerini dikkate almak olacaktır. Makalede bu bağlamda baraj projesinden etkilenen toplulukların ve özellikle de kadınların sesine kulak verilmektedir. Maggie Ronayne, Ilısu Barajı’nın yol açacağı kültürel yıkımı en güçlü ve geniş boyutlu olarak dile getirenlerin bakım kültürünü sırtlanan kadınlar olduğunu belirtir. Ilısu Barajı çerçevesinde yaşananlar da en başta kadınlar olmak üzere halk tabanı ile arkeologlar arasında kurulan bağın getirdiği kazanımları örneklendirmektedir.
Gündemdeki kentsel dönüşüm projelerince ıslah edilmesi öngörülen kimi mekânlar bizlere modern kentin “çağdışı” yüzü olarak sunuluyor. Gecekondu olarak nitelendirilen bu mekânlar merkezden bakıldığında moderniteden, bu mekânların sakinleri de özne olmaktan uzak olarak görülüyor. Böyle bir bakışla özellikle kültür başkenti ilan edilmiş İstanbul’da görünmez kılınmaya çalışılan, kendine ait kültürü inkâr edilen mekânları gördükçe günümüzden yirmi altı yıl önce yazılmış da olsa Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nı hatırlamakta fayda var. Gecekonduyu bir dekor olmaktan çıkararak “içerden” bir bakış sunan bu metin, mekânın öznelliğine dair düşünmemizi olanaklı kılıyor.
Kendim Iğdırlıyım. 1961 doğumluyum. 1984’te İstanbul’a annemin yanına geldim. Geldim, iş hayatına atılmayı düşündüm, okulu yeni bitirmiştim. Olmadı tabii ki. Kendim istedim ama istemekle olmuyor. Arkanda biri olmayınca… O zaman İstanbul’u da bilmediğim için… İş hayatına giremedik, evlilik yaptık.
Günümüzde “kentsel dönüşüm” sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde yakıcı bir gündem olarak karşımıza çıkıyor. Kent yeniden organize edilirken, işçi sınıfının, yoksul kesimlerin, göçle gelenlerin yaşadığı mekânların çeşitli nedenlerle değerlenmesi ve farklı amaçlarla kullanıma açılmak istenmesi nedeniyle, buralarda yaşayan insanların gözden ırak yerlere taşınması aslında uzun zamandır gündemde. İstanbul özelinde 1970’lerden bu yana dönem dönem gündeme gelen gecekondu yıkımları ya da imâlathane ve sanayi bölgelerinin ve buralarda çalışan insanların şehir dışına kaydırılması kentin yeniden yapılandırılma süreçlerine karşılık geliyor.
Eleştirel ve feminist akademisyenlerin coğrafya, mimarlık ve şehir planlaması ile tarih alanlarında yaptıkları disiplinler arası çalışmalara dayanan bu makale, sosyal hizmetin birey-çevre düzenlemesinin toplumsal cinsiyeti ve bunun imlediği gerçeklikleri de içerecek biçimde daha bütünsel olarak yeniden incelenmesini amaçlamaktadır. Bu bağlamda iç içe geçmiş üç alan ele alınmaktadır: a) kadınların gündelik çevrelerinde yaşadıkları öznel deneyimler; b) bu çevresel deneyimlerle kadınların hayatlarının coğrafyası ve ırk/etnisite, sınıf, cinsel yönelim gibi daha geniş sosyal kategoriler arasındaki bağlantılar; c) kadınların çevresel güçleri, kaynakları ve eyleyicilikleri.
En umulmadık ve katlanılmaz şeyler, insanın kafasına balyoz gibi iner. Ülkede Balyoz Operasyonu’nun başladığı sıralarda benim kafama balyoz gibi inen başka bir gelişme vardı. Pınar’ım, uyanıkken gördüğü bir kâbusu andıran ‘Mısır Çarşısı Davası’nın içine çekilmeye çalışılıyordu bir kez daha. On iki yıl ve iki beraat sonrası bir kez daha. Sayısız rapor “bomba değil, gaz kaçağı” demişken, Pınar bomba ya da gaz kaçağı olmasıyla bile ilgisi olmayacak bir yerde başına örülen bu komployu televizyon ekranlarında izlemişken bir kez daha.
2009 yaz aylarında “Kürt açılımı” olarak başlayan süreç “milli birlik ve kardeşlik” projesine evrilirken ülkemizde barış ve demokrasi kültürüne son derece zıt gelişmeler yaşanmaya devam etti. Terörle mücadele bahanesiyle yürütülen operasyonlarda aralarında kadın hareketi aktivistlerinin de olduğu yüzlerce Kürt siyasetçi ve binlerce çocuk cezaevlerine gönderildi. Parti kapatma fiyaskolarına bir yenisi daha eklendi. Demokratik Toplum Partisi kapatılırken Kürt belediye çalışanları da kelepçelenerek tutuklular kervanına dahil edildi. Sokaklarda ise Kürtlere yönelik başlayan linç girişimleri Türk olmayan tüm kesimlere kolayca yönelinebileceğini gösterdi. “Analar ağlamasın” söylemiyle başlayan açılım süreci pek çok kadını mağdur etmeye devam etti. Tüm bu gelişmelerden hareketle dergimizin bu sayısında “açılım” sürecini tartışmak üzere Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nden Zehra İpek, feminist aktivist Nilgün Yurdalan ve akademisyen Büşra Ersanlı ile bir araya geldik. Feminist Yaklaşımlar adına Esra Aşan ve Ayça Günaydın’ın katıldığı bu toplantıda “açılım” sürecinde kadınlar üzerinden kurulan söylemleri değerlendirmeye çalışmanın yanı sıra barış mücadelesinde kadınlar olarak neler yaptığımızı ve önümüzdeki süreçte neler yapabileceğimizi ele almaya çalıştık.