Kötülükte böyle ısrar, kinde böyle sebat görülmedi. Mantığın iflas ettiği yerdeyim. Birlikte çalışmaya, üretmeye, yaratmaya, sevmeye ve gülmeye alışkın olduğumuz arkadaşımız sosyolog-yazar Pınar Selek’i on beş yıldır zorla katil ilan etmeye çalışıyorlar. Hem de ne gayret… Bu genç kadını yok etmek için adeta her yol mübah. Ve her şey hep gözümüzün önünde, bu bitmek bilmez şimdiki zamanda yaşanıp duruyor.
Sadece zor değil ayıp zamanlardan geçiyoruz. Ne zamandır tamamen çıkışsızlığa terk edilen Kürt Sorunu’nda insanların canları pahasına hak talep etme noktasına geldik dayandık. Zaten memleketin en köklü halklarından birini önce hiç tanımaz sonra da zorla ancak ‘sorun’ diye kodlarsan, işin içine türlü çeşit dış aktörün dahil olacağı kadar uzun zaman hiçbir meseleyi çözmez, savaşı durduramazsan, irade koyabileceğin ânı çoktan kaçırmışsındır demektir.
Burası âlem memleket. En cebbar tercüman olsanız, yine de yaşananları başka bir dile çevirmekte zorlanacağınız memleket. Suni gündemleri dizi dizi inci yapıp, kendini kandırmada birinci memleket.
Bir anda gökten vahiy indi, kürtajın cinayet olduğunu öğrendik. Hem de ne öğrenme. Uludere katliamının kan dondurucu ayrıntıları bir bir ortaya dökülürken Başbakan pat diye “Kürtaj cinayettir. Sezaryene de karşıyım” deyiverdi ve unutulmaz benzetmesini haykırdı: “Bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere ve medya mensuplarına sesleniyorum. Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz ‘Uludere’ diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir.”
Haber bültenlerinin iddianameler ve mahkeme tutanakları şeklinde aktığı bugünlerde yargı kavramı soyut bir şey olmaktan çıkıp koca bir maddi boşluk olarak uğulduyor sürekli. Yargı sanki sahip olamadığımız, bizden ısrarla esirgenen iç huzurunun, ruh dinginliğinin adı. Hrant Dink davasından KCK operasyonlarına, 12 Eylül davasından şike duruşmalarına; yargı ile adaletin bir türlü karşılıklı kefelerde buluşamadığı bir ortamda, bir filmin düşündürdükleri üzerinden yargıya başka bir yönden bakarken buldum kendimi. İnsan gerçeğinin çelişkileri üzerinden öğrettikleriyle çarptı ve ülke içi girdaptan bir süreliğine de olsa özgür kıldı beni. “Beyaz Şeytan” adıyla çevrilen Blow, başrollerinde Johhny Depp ve Penelope Cruz’un oynadığı 2001 ABD yapımı bir Ted Demme filmi. Üzerinde, tür olarak biyografi, dram, macera–aksiyon ibaresi yer alıyor ve bu karma tür, filmin aynı zamanda hayata bu denli yakın durmasının da sırrını oluşturuyor.
İnsan haber niyetine hep aynı olayın farklı versiyonlarını okursa ne hisseder? Sanki sürekli tek bir şeyin hiç değişmeden yaşandığını… Kadına yönelik şiddet, tecavüz ve cinayet haberlerinin bende yarattığı etki tam da bu.
Hafif olmak çocukların en doğal hâli. Varlıklarını bu hafiflikten biliyorlar. Onları bitmek tükenmek bilmeyen oyunları sırasında izlerken, benim diyen yetişkinin kaldıramayacağı gerçekleri o incecik, yuvarlak omuzlarında nasıl gururla taşıyabildiklerini görüp imreniyorum. Hayatı oyunlar içinden sırtlıyorlar. Hafiflikten gelen güçlerine bakakalıyorum.
Burası komik memleket… Çektiğin acılar içindeki dayanışman adına sevinebiliyorsun. Hiç yaşanmaması gereken bir adaletsizlikteki minik, yıldızımsı umut adına heyecanlanıyorsun. On üç yılda üç kez beraat etmek ne demek, yabancı gözlemciler, avukatlar, parlamenterler anlamıyor. Beraatin ikincisi, üçüncüsü mü olur?.. Sen şükür oldu, diye seviniyorsun.
Çocukken sadece evin, sadece yuvandır dil çünkü ilk orada meram anlatman gerekir. İlk orada ulaşmayı istediğin birilerin, anlatmayı istediğin bir şeylerin olur. Zaten sana hayat veren canlının adıyla, ‘ana’yla anılmasının nedeni de budur dilin. Anadil senin rahim içindeki güvenli kuytunun, şimdi artık dışarda olduğun için giderek uzaklaşan ama yine de hep duyduğun yankısıdır.
En umulmadık ve katlanılmaz şeyler, insanın kafasına balyoz gibi iner. Ülkede Balyoz Operasyonu’nun başladığı sıralarda benim kafama balyoz gibi inen başka bir gelişme vardı. Pınar’ım, uyanıkken gördüğü bir kâbusu andıran ‘Mısır Çarşısı Davası’nın içine çekilmeye çalışılıyordu bir kez daha. On iki yıl ve iki beraat sonrası bir kez daha. Sayısız rapor “bomba değil, gaz kaçağı” demişken, Pınar bomba ya da gaz kaçağı olmasıyla bile ilgisi olmayacak bir yerde başına örülen bu komployu televizyon ekranlarında izlemişken bir kez daha.
Bu yazıda, son dönemde gündeme gelen “Kürt ve Ermeni Açılımı” tartışmaları değerlendiriliyor ve sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesi adına samimiyetle ele alınması çağrısı yapılıyor. Bu süreçte herkesin payına düşen vicdanının dilini duymak ve insan onurunun hayrına elini taşın altına koymak. Verilecek mücadele ise yürekten yüreğe, ruhtan ruha bir patikada ilerlemeyi gerektiriyor.